Agalara Geldik

Takip Edin
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Bazen sadece salıvermek en iyisi gibi hissetmeye başladım. Çünkü insan doğası gereği unutkandır, bu da onun belli derecelerde nankörlük yapmasına sebep olur. Unutuyoruz abicim. Kadir kıymet bilmiyoruz, ağzımıza geleni saydığımız vakitler olabiliyor, tek kalemde sildiğimiz kıymetli fotoğraflarımız, anılarımız olabiliyor. Bunu bazen biz yapıyoruz, bazen de karşı taraf bize yapıyor.



Anadolu gibi mükemmel bir coğrafyada kurulmuş cennet gibi bir ülkede yaşıyoruz. Asya, Avrupa ve Orta Doğuya olan yakınlığımız diğer ülkelere göre çok büyük bir avantaj. Ama gelin görün ki bir türlü "gelişmekte olan ülkeler" sınıfından çıkamıyoruz. Peki neden hiç düşündünüz mü? Çünkü yeniliğe ve geleceğe odaklı düşünmüyoruz. Çünkü kavga ediyoruz. Çünkü ilke ve inkılaplarımızı bırakıp maneviyata yönelik çalışmalarda bulunuyoruz. Çünkü hala yabancı özentiliği yapıyor ve yerli tüketimi fakirlik gözüyle görüyoruz..


İşte size bunlarla ilgili en basitinden bir kaç örnek söyleyeyim.

1- Okullardaki yabancı ders kitapları

Eğer Anadolu Lisesinde okudu veya okuyorsanız -kaldı ki artık teknik lise falan kalmadı, ya Anadolu ya da İmam Hatip hepsi- sizden yabancı dil derslerinde kaynak kitap almak adına 150 lirayı aşan bir para istemişlerdir. Siz de muhtemelen ya bu parayı vermiş ya da kitap pasajlarından daha ucuza bu kitapların korsanlarını almışsınızdır. İsterseniz bu konuyla ilgili basit bir matematik yapalım.

Benim zamanımda sınıflar 25 - 30 kişi civarındaydı. Diyelim ki dördüncü sınıflar olarak yaklaşık 100 kişiydik. Hepimiz her sınıf atladığımızda neredeyse 150 liralık İngilizce ders kitapları aldık, yani bu da demek oluyor ki:

150 X 100 X 4 = 6000 TL 
(kitap parası çarpı kişi sayısı çarpı dört senelik lise) 

6000TL kadar para ödedik. 

Bunu diğer sene liseye başlayanlar da yaptı ve ondan sonra başlayanlar da... Yani demek oluyor ki sıradan bir Anadolu Lisesi senede 6000 TL'yi yurt dışına heba ediyor. Halbuki en az bu kitaplar kadar güzel yapılmış yüzlerce Türk Yayınevleri tarafından basılmış yabancı dil kitapları varken.. Düşünün benim okuduğum bölgede 5 farklı Anadolu Lisesi daha vardı. Bu yapılanı eğer onlar da yaptıysa bu 30.000 TL sadece benim okuduğum bölgeden çıkan para. İşte bunun adı gereksiz israftır arkadaşlar.

MEB'in burada hatası var mı tabi ki var. Düzgün İngilizce ders kitapları basılsa yabancı kaynağa ihtiyaç duyulmaz. Ama basılmıyor çünkü buna karşı kimsenin bir tepkisi yok. 

2- TÜBİTAK saçmalıkları

Ülkelerin bu yüzyılda birbirlerine karşı en büyük kozları teknolojik gelişmişliktir. Teknoloji üretir, teknoloji satarsan ekonomin bir anda zıplar. Teknoloji ise senin verdiğin emek kadar gelişir. Eğer senin ülkendeki en büyük teknoloji geliştirme kurumu işini düzgün yapmaz ve organik hoşaf ya da papaz eriğini imam eriğine dönüştüren kutu gibi projeleri kazandırırsa o güzelim genç beyinleri NASA gibi yabancı kurumlar kapar tabi. Çok değil 15 sene sonra da o beyinlerin yaptıkları tasarımlarla oluşan ürünleri sana satar, sen de salak gibi paranı onlara verirsin. 

Dobra konuşup şunu söyleyeceğim ki TÜBİTAK bir virüs gibi ülkeyi mahfeden bir kurumdur ve başındakilerin tamamen temizlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde teknolojik gelişmelerimiz organik hoşaftan ibaret olacaktır. 

Hala anlamış değilim hoşaf zaten organik değil mi ya bu nasıl bir saçmalık ya? İnorganik hoşaf yapsa takdir ederdim ama organik zaten????

3- Devletin Tarıma Yönelmemesi

Türkiye'deki tarım sosyal medyada gösterildiği kadar yerlerde sürünen bir halde değil. Ancak tarımda kendi kendimize yetemediğimiz de su götürmez bir gerçek. Dinlediğim bir gelişim videosunda tarımda önemli olan üçte bir kuralından bahsedilmişti. Üretilen besinlerin 3'te birini halkına satacaksın, 3'te birini yeni besinler üretmek için kullanacaksın geri kalan 3'te birini de yurt dışına ihraç edeceksin ki ülken gelişsin. Ama Türkiye'de işler maalesef ki bu şekilde gitmiyor. Çoğu tarım ürünü ülkeye yetmediği için belli bir miktar da dışarıdan alınıyor. Bunları google'da ithal edilen ürünler diye aratarak bulabilirsiniz.

Tarım bakanlığının insanlara toprak verip alın bunu işleyin demesi bu işi düzeltmez. Düzeltir belki ama kötünün iyisi şeklinde düzeltir. Tarım bakanlığının o bölgede yetişecek en verimli besinlerden tutun, o besinlerin üretim seviyesine kadar her şeyle ilgilenmesi ve bilgisinin olması lazım. İklim el verişli değilse seralar kurması lazım.

Her toplumun üretebildiği ve üretemediği besinler illaki olacaktır. Örneğin Rusya'nın yeterince güneş görmediği için tarımsal ürünlerin bazılarını (örneğin domates, zeytin vs) ithal etmesi kaçınılmaz bir durum. Aynı şey çoğu kuzey ülkeleri için de geçerli. Tarım bakanlığı ayrıca bu ürünleri yetiştirmek konusunda da özenli davranmalı ve bu ürünlerin satılamayıp çürümeye bırakılmaması için de efor sarf etmeli. Çünkü satılamayan mal boşa giden para demektir.

Duy bunları eyy tarım bakanı

Yazı bittikten sonra aklıma geldi, demeden geçemeyeceğim: Yeter artık bina yapmayın tarım yapın yeter

4- Turizm konusu

Türkiye Turizm açısından çok fazla doğal güzelliğe sahip bir ülke. Üç tarafının denizlerle çevrili olmasını geçiyorum

İlk insan yerleşimi olarak keşfedilen Türkiye hariç tüm Avrupa'da adı bilinen Göbeklitepe Tapınağı, Balıklıgöl, Kapadokya Peri bacaları, Nemrut dağı heykelleri ve benzeri belki yüzlerce güzel turistik yerlerimiz mevcut. Ama bunların reklamlarını asla ama asla düzgün bir şekilde yapamıyoruz. Bunu Turizm Bakanımızın üstlenmesi gerekiyor. 

Ama şöyle bir gerçek var ki daha en basit olan deniz turizmini bile adam akıllı yapamıyoruz. Denizlerimizi kirletiyoruz, kumsallarımızı izmaritlerle dolduruyoruz, keko keko insanların turistleri gözleriyle yemesine göz yumuyoruz. Kumsalları pazarlıyor ama kumsallarda olan bitenle asla ilgilenmiyoruz. 

Koy kumsallara bir kaç güvenlik, etrafta olanı biteni izleyip, insanları gerekirse kumsaldan dışarı atabilsin. Plajların yakınlarındaki dükkanları teftiş et, plaja çıkan sokakları "kışın" güzelleştir. Çarpık çarpık binaları düzelt, kaldırımları yenile ve etrafı ağaçlandır. Dükkanlara gerekirse zorunlu dış boya badana şartı getir de satışlarını arttırsınlar. Ülkeye daha çok döviz girsin. Büyük billboard'lar koy ve bulundukları şehirdeki doğal güzellikleri slayt olarak izlet insanlara. Böylece Turistler daha fazla seyahat etsin ve sıkılıp ülkelerine dönmesinler. Daha çok para harcasınlar da ülkeye daha çok döviz girsin.

5- Kültürsüz - Keko İnsanlar

Size inanılmaz bir tespit yapayım mı? Bu ülkenin en eğitimsiz ve geri kafalı insanları yolcu taşıyan insanlar. 

Sırasıyla: Minibüs Şoförleri, Havaalanı Taksicileri, Otobüs Şoförleri

Sadece bunları bir yere toplayıp genel kültür verilmesi bile ülkeyi bir üst seviyeye taşıyacaktır. Trafik canavarlığı denilince akla minibüsçüler, dolandırıcılık denilince ise Hava alanı taksicileri geliyor. Otobüs şoförleri ise yolcularla ve sokaktaki insanlarla yumruk yumruğa kavga etmesiyle meşhur. Farkındayım her gün insanlarla uğraşmak zor bir meziyet ama bu sizin işiniz. Kimseyi okumadığı için suçlayamam, okumak veya okumamak bazen insanın kendi seçimleri dışında olabiliyor. Ama kendini geliştirmek herkesin elinde olan bir seçenek. 

Okuyan insan kültürlü olur diye bir şey de yok ama eğitimli insan kültürlü olur. Bu yüzden bana göre tüm toplu taşıma şoförlerine zorunlu sürüş ve üslup dersleri verilmeli, ayrıca eğitim sonrasında da sık sık denetlenmeliler. 

Ya öğrenci olmana rağmen öğrenci ücreti kabul etmeyen minibüs şoförleri var. Öndeki aracı geçmek için tek şeritli yolda milleti sollamaya çalışan, yetmezmiş gibi farları yakıp karşıdaki aracı aynadan kör etmeye uğraşan beyinsiz bir minibüsçü kitlesi var. Aynı kitle yolda insan görünce hayvan gibi kornaya basıp yolcu çekmeye çalışan kitle. Sanırım kornaya basınca insanlar kararını değiştirip Kadıköy'e değil de Pendik'e gideyim diyecek zannediyorlar. Bunlar düzelmeden ülkede huzurlu bir ortam oluşmaz, oluşamaz.

Daha sonra da küçük şehirlerde yaşayan, kahvede okey oynayan erkekleri ve evde oturup sadece çocuk bakıp kocalarına hizmet eden kadınları ekonomiye katmak gerekiyor. Bu söylediğim belki size çok tuhaf ve saçma gelecek ama doğrusu bu. Kadınla erkek eşit diyoruz ama asla kadının belirli yaşa ulaşmış çocuğunu belli saatlerde tek başına bırakıp işe gitmesine olur diyemiyoruz. Hala orta çağdan gelen bir inanışla "Kadın çalışırsa çocuk sevgisiz büyür" diyoruz.

Almanya'nın nüfusu bizden çok da fazla değil. Bizimkisi 80 onlarınkisi 82 Milyon. Ama bizim istihdam edilmiş (yani çalışan) nüfusumuz 29 milyonken onlarınki 45 milyon. Bu demek oluyor ki nüfuslarının yarısı ekonomiye katkıda bulunuyor. Ama bizim ise neredeyse üçte biri çalışıyor.

Çalışmak dediğim illa fabrikada veya bir kurumda olacak demek değil. Evde de bir şeyler üretip para kazanılabilir. Doğu Anadolu'lu kadınlar soğuk hava şartlarından dolayı örgüde kendilerini çok geliştirmiş insanlardır. Çoğusu dışarıdan kıyafet değil de iplik alır ki çocuklarına giysi yapabilsinler. Peki sen gidip onlara imkan versen, ürettikleri kıyafetleri satın alıp hem kendi insanına, hem de dışarıya satsan fena mı olur? Adım gibi eminim ki Rusya ve Almanya'ya çok ihracat yaparsın.

İç Anadolu kadınları ise eğer ki sen bünyende bulunan (devlete ait) toprakları zamanında Osmanlı'nın yaptığı Tımar sistemi gibi belli şartlar dahilinde işlemeleri için verirsen onlar çok güzel işlerler.

Ya zaten bir kere şuan ki tarım sistemi başlı başına saçmalık. Çiftçi üretip kilosunu kaç kuruşa zor satarken pazara gelene kadar fiyat alıp başını gidiyor. Haberlerde bir sürü kez konu olmasına rağmen kimse de rahatını bozup bir el atmıyor.

Size şunu söyleyeyim, biz şuan ne çekiyorsak ilke ve inkılaplarımız olmadığı için çekiyoruz. Politikalarımız yok, sadece olan sistemi devam ettirerek ülke yönetiyoruz. Bana çıkıp siyaset konuşuyorsun diyebilirsiniz ama şunu söyleyeyim, ben eleştiri yapmasını bilerek büyüdüm. Bugün eleştirdiğim parti çok değil bir buçuk sene öncesine kadar desteklediğim bir parti. Ama artık bir takım şeylerin değişmesi gerekiyor. Çözüm bulmak büyük bir maharet değil. Ben üç gram beynimle 19 yaşımda bu çözümleri bulabiliyorsam, hayatları boyunca siyasetle ilgilenen insanların bunları uykusunda bile düşünebilmeleri lazım. Dediğim gibi maharet çözüm bulmakta değil, maharet problemleri görebilmekte. "Ya tek problem Rahip Brunson bilader yoksa ekonomi çok iyi" diyemezsiniz. Bunu derseniz çomar olursunuz. "Ya Rahip Brunson'u verelim de dolar düşsün Amerika'ya el bağlayalım" da diyemezsiniz. Çünkü bu sefer de çomar olursunuz.

En büyük ve en hızlıca değişmesi gereken bir diğer şey ise ayrımcılık

6- Ayrımcılık

Türk insanı, nedenini çözemesem de, ayrımcılığı çok seviyor. Alevi Sünni, Kürt Türk, Doğu Batı, AKP CHP, Sağcı Solcu ve daha niceleri. Ama göremediğimiz bir şey var ki o da hepimizin aynı devletin altında yaşadığı. Aynı para birimini kullanmamız. Aynı askerin bizi koruması. Aynı gelir düzeylerinde para kazanmamız. Doların yükselmesine sevinip oh olsun şunlara diyen insan kadar boş biri yoktur mesela. Diyeceğim o ki kardeş olalım. Sevgi gösteren insan daima kazanır. Umarım bu günler de gelir geçer ve gelecekte torunlarımıza daha güzel bir Türkiye bırakırız. 

Gelişen akıllı telefonlar ve kolay internet erişiminin getirisi olarak sosyal medya hayatımızın merkezine yerleşti. İletişim amacı ile açılan sosyal medyalar zamanla insanlar arasında iletişim kurmanın bir yolu olma boyutundan çıktı. Artık sosyal medyalar tarafından şekillendirilip sosyal medyalar tarafından yönetilir hale geldik.

Ne zaman İnstagram'a girseniz instagram size bazı insanların sizden daha zengin, daha mutlu, daha güzel veya daha yakışıklı olduğunu gösterip durur. Sizden daha çok takip edilen insanları görür, sizinkilerden daha çok beğeni alan fotoğraflara rastlarsınız.

Ne zaman Facebook'a girseniz Facebook size bazı insanların sizden daha çok arkadaşı olduğunu, sizden daha çok sevildiğini gösterip durur.

Çoğu zaman bir sosyal medyaya girdiğinizde kendinizi kötü hissedersiniz. Sanki olduğunuz kişi değil de başka birisi olmalıymışsınız gibi bir hisse kapılırsınız. En azından benim için bu böyle. Ne zaman İnstagram'a girsem insanların gösterişleri ile karşılaşıyorum. Kimisi kendi özel havuzunda yüzerken kimisi gittiği manzaralı restorantın fotoğrafını paylaşıyor. Kimisi ise her gün farklı kombinler giyip fiyakalı fotoğraflar çekiniyor. Ve buna özeniyoruz. İster istemez özeniyoruz. Kim istemez ki havuzlu bir ev veya her gün Alışveriş Merkezi gezip yeni şeyler giymeyi? 

Bundan dolayıdır ki gerçekten yapmak istediklerimiz yerine toplumun kıskanacağı şeyler yapmaya başlıyoruz. Gün geçtikçe sırf "yedik, yaptık, eğlendik, mutluyuz" görünebilmek için kafeye gidip 3 liralık su alan ve 10 tane fotoğraf paylaşan bir topluluk haline geliyoruz. Sosyal medyaları iletişim yerine sosyal maskeler haline getiriyoruz.

Muhtemelen "Herkes böyle değil ki!" diye karşı çıkacak insanlar olacaktır. Evet sosyal medyayı iyi amaçla kullanan, bu yoldan reklam yapıp gelirini arttıran insanlar da var. Ama bunlardan her biri için yüz farklı insan sadece uyandığını söyleyerek 1000+ beğeni alıyor. Ve bu fotoğrafları beğenen insanlar bir zaman sonra beğendikleri insanları, insan olarak değil de ekrandaki pixeller olarak görmeye başlıyor.

Güzel kızmış. Beğen.

Hmm yakışıklı çocuk. Beğen.

Netlik kazandırmak istiyorum, benim sorunum güzel kızlar veya yakışıklı çocuklar değil. Ve yahut da zengin insanlar da değil. Benim bahsetmek istediğim problem sosyal medya ve sosyal medyanın bizi neye cesaretlendirdiği. 

Ve şuna da netlik kazandırmak istiyorum. Bunları sadece laf olsun diye demiyorum. Tabi ki sosyal medya tamamen kapatılsın, yok edilsin demiyorum. Sadece bizim sosyal medyayı kullanmamız gerekirken sosyal medyanın bizi kullanmasına izin verdiğimizi fark edelim istiyorum. 

Yazımı sevdiğim bir alıntı ile bitiriyorum:

           Çoğumuz tüm hayatımız boyunca gerçek kişiliklerimizi gizleyen sosyal maskeler takıyoruz. İnsanlığın ve yaşamın tüm renklerini sergilemek yerine dünyanın olmamızı istediğini düşündüğümüz kişinin heykeli haline dönüşüyoruz. Toplumun söylememizi istediği şeyleri söylüyor, giymemizi istediği kıyafetleri giyiyor ve yapmamızı istediği şeyleri yapıyoruz. Kaderimizde yazan hayatı sürmek yerine başkaları gibi yaşıyoruz. Başkaları için yaşıyoruz. Böylelikle de yavaş yavaş ölüyoruz.


Peki bu konu hakkında siz ne düşünüyorsunuz?