Agalara Geldik

Takip Edin


Yeni yıla saatler kalmasıyla beraber böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydum. 2017'nin benim için nasıl bir yıl olduğunu kronolojik sırayla anlatacağım. Başlamadan önce muhakkak şunu söylemek isterim ki: 2017'nin bacısını öpeyim.

Ocak 2017: İlk ayları aşırı depresif zamanıma denk geliyordu. O zamanlar en yakınım dediğim arkadaşlarımın (!) ne yılan, ne şerefsiz olduklarının farkına vardım. İkinci haftasından sonra ilk defa uzun süreli düşündüğüm bir sevgili yaptım ve baya da sevdim şimdi inkar etmeyeceğim.

YGS- LYS dönemim olmasıyla beraber sürekli köpek gibi çalışıyordum. Her pazartesi ve perşembe günleri eve özel hoca geliyordu. Spoiler: Özel hocanın tüm yardımlarına rağmen YGS'de matematikten 11,5 net yapabildim

İlk defa bir arkadaşıma gerçekten dertlerimi açtım. Baya baya açtım hem de ve kız tam istediğim şekilde yanımda oldu. Onu buradan öpüyorum <3

Şubat: Ocak ayından şubat ayına kadar hiç olmadığım kadar mutluydum. Ee ilk aşk ilk heyecan derler hani, biraz onun da etkisi vardı. Ancak olmadı, Şubatın sonlarına doğru biten ilk ilişkiden dolayı bir miktar üzgünce YGS çalıştım. Onun dışında Şubat ayında hiçbir şey olmadı.

Mart: YGS'ye girdim ve beklediğimden çok kötü geçti. Türkçe bölümünde sıradışı ayrı yazılır dedim ve cevap doğruydu. Ama işaretlemedim o soruyu çünkü salağım. Matematikteyse iki açıyı toplayıp sıfır buldum. İki açının toplamı nasıl sıfır olabilir diyerek kendime sinirlenip biyoloji çözdüm. Allah'tan geri kalan derslerim iyiydi de ilk 125k'ya girebildim. YGS ardından hemen LYS çalışmaya başladım. Bir kitaba 65 TL verdim. Hala üzülürüm 65 TL'me.

Ayrıca bu ay bir akıl hastasıyla fark etmeden konuşmaya başlamışım. Kız iyice sevgiliyiz moduna girip ben konuşmayı kesince eski sevgilimi falan bulmuş. Sadece ismini verdim he ne face ne insta hiç bir şeyini söylemedim.

Nisan: Bu ay deli gibi LYS çalışıyordum. Amacım Ege Üniversitesine girmek ve Almanca tercümanlık okumaktı. (Bu arada kazandım ve gitmedim :/ ) O yüzden pek anımsayamıyorum. Tek anımsadığım bu aylarda ailevi problemlerin hat safhaya çıktığıydı. Annem çok kötü bir rahatsızlık geçirdi falan. Bu kadar.

Mayıs: LYS'ye az kalmasıyla beraber bende bir sıkıntıdır başladı. Ben de dedim madem öyle yeni birileriyle tanışayım. Böylece bir kaç yüz bin kişiyle konuştum. Amacım adamakıllı birisini bulmak ve Alaska'nın metoforik labirentinden çıkmaktı. Nitekim başarısız bir deneme oldu, bir kaç kişiyle buluştum bir kaç kişiyle bir şeyler de yaşadım ama hiç kimse içimdeki o boşluğu ve şuan anlatamayacağım karmaşık hissiyatı dolduramadı. Ben de n'apayım sürekli geldim buraya bir şeyler yazdım. Edit: Bu hissiyat birisini unutamamanın verdiği hissiyat değil konu daha çok kendimle ilgili.

Haziran: LYS'ye girdim. Girmeden önce abime şunları söylemiştim. Abi ilk 16 soruda çok hata yapıyorum gerisi genelde full oluyor. Dua et bana da 16 soruyu doğru yapayım. Sonuç olarak 16 sorunun tümünü doğru yapmışım. Geri kalan sorulardansa baya yanlış yapmışım. Özetle eksik dua ettirmeyin agalarım.

LYS sonucumla beraber toplam 441 Puan 5000 sıralamam oldu.

Temmuz: Temmuz ayında İzmir'e gittik. Güya bir hafta kalıp dönecektik ama baya kaldık bir ay kadar. O zamana kadar Almanya'da ve Hollanda'da akrabalarımız olduğunu duymuştum ama hiç tanışamamıştım. Bu temmuz ayında hemen karşımızdaki yazlıkta o akrabalarımız vardı. Üç tane kuzenimle tanıştım ilk defa o gün, birisi Elvan benimle yaşıt, diğeri Mahir benden büyük ve sonuncusu Merve benden baya küçük. Bunlarla o kadar iyi anlaştık ki 2018'in şubat ayında yanlarına gidiyorum. Hem yarım yamalak Almancam da var artık.

Ağustos: İzmirden döndük ve Elif kankamla aramız baya açıldı. Yeni birisiyle konuşmaya başladım. Dış görünüşü çok güzeldi ama tam olarak uyuşamadık. Bir ilişki daha bitti bir ayda. Ben de kendimi derse falan verdim. Marmara Üniversitesi Almanca tercümanlık seçtim. Bir kaç hafta sonra okul açıldı.

Eylül: Çağla ile ilk gün tanıştık ama ikinci günden beri o kadar çok güldük eğlendik ki sınıftakiler bir kaç hafta sonra siz ne zamandır arkadaşsınız falan demeye başladı. Arkadaş değildik cnm burada tanışıverdik. A1 bölümünü geçme sınavına girdik ve A2'den başladık. En yüksek sınıf bizdik ve almanca tercümanlıktan sadece biz vardık bu sınıfta. Bu da bizi doğal olarak Marmaranın bizim dönemimizdeki en iyi mütercim tercümanları yapıyor :P

Ekim: Ekim ayı genel olarak çok boş geçiyordu. Almanya'ya uçak biletimi almıştım ama bunun yanı sıra orada yemem için bana para gerekecekti ve babamdan bu parayı alabileceğimi düşünmüyordum.  Ben de okulun karşısında bir dükkanda işe başladım. Saat birde okulum bitiyor işim başlıyordu. İşim ise saat yedi gibi bitiyordu. Eve gelene kadar saat 8 olduğu için çok yoruluyordum. Lakin bir ay dişimi sıktım

Kasım: Güya bu kasımda Merve'nin yanına Balıkesir'e gidecektim ama haftanın her günü çalıştığım için bu hayal suya düştü. 27 Kasımda patrona işi bırakacağımı söylediğimde iki gün benimle konuşmayıp trip attı. Çıkmama izin vermedi çünkü o ay çok yoğun olacaktık. Başka eleman bulamayacağını söyleyip bir ay daha çalışmaya zorladı :/

Aralık: Artık yorgunluktan ölüyordum. Ev iş okul ev iş derken bir yerden sonra bıktım. Ama hala çalışmaya devam ediyordum. İkinci maaşımı da aldım ve şuan cebimde Türk parası olarak çok güzel bir miktar para var. O parayı Euro'ya çevirmek istemiyorum ya...

Dayanamam basamak düşmesine :((

Ayrıca Aralık'ın 14'ünde yeni birisiyle tanıştım. Evlerimiz çok yakın ve sürekli beraber takılıyoruz. Her hafta iki üç kere falan buluşuyoruz diyeyim. Çok fazla konuşamasak/mesajlaşamasak da şuanlık güzel bir ilişki içindeyim. Ama yarın ne olur bilemem tabi ki

Edit: Bu gece -yani yılbaşı gecesi- de ben, arkadaşları ve o beraberizzzz :p

Öyle işte agalar. Bu da böyle bir yazıydı. Sizin seneniz nasıl geçti deyin hele?


Merhaba Agalarım. Sıradaki yazı hem okuyup hem çalışmak zor mudur sorusunu soran, üniversite okuyup aynı zamanda para kazanmak kolay mıdır diye düşünen tüm agalarıma gelsin. Kolay değil arkadaşlar bugün o kadar yorgun uyandım ki okula gitmemek gibi bir karar aldım. Son zamanlarda gerçekten yoğun bir tempo ile yaşıyorum ve artık burama geldi.



Hepimiz zamanında arıların yok olması sonucunda dünyanın tamamen yok olacağını söyleyen bilim insanlarını duymuşuzdur. Bir karınca meraklısı olarak size peki ya arılar değil de karıncalar yok olsaydı sorusunu sormak istiyorum. Karıncalar yok olsaydı dünyada ne gibi değişiklikler olurdu?



Harry Potter'la büyümüş bir çocuk olarak hep büyü ve fantazi hayranı olmuşumdur. Benim gibi Harry Potter hayranı olanlara Harry Potter gibi bir dizi önerim var. Büyü temalı dizileri ve fantastik dizileri beğenenlere bu diziyi şiddetle tavsiye ediyorum.

Dizinin adı The Magicians. Konusu ise büyü yeteneği olan insanların bir okulda eğitim görmesi üzerine kurulmuş. Basitçe Hogwarts'ın Amerika versiyonu olan Breakbills isimli okulda okumak üzere sınavı kazanan Quentin Coldwater, okula başlaması ile çok garip olaylar meydana gelir.

Bir varlık Quentin'in ve diğer herkesin acı içerisinde ölmesini istemektedir. Quentin'in ve arkadaşlarının, bu varlığın ne olduğunu araştırırken aynı zamanda bu varlığa karşı savaşabilecek gücü ve bilgiyi toplamaları gerekecektir.

Hem mizahi yönü ile hem de daha büyük kitleye hitap etmesi ile bu diziyi beğeneceğinizi düşünüyorum. 3. Sezon onayını alıp 2018de başlayacak olan The Magicians dizisi şuan sezon finalinde. Eğer hızlı hızlı izlerseniz yeni sezona yetişebilirsiniz :)

Dizinin ilk sezonunda (sanırım üçüncü bölümünde) Türkçe büyü yaptıklarını da eklemek istiyorum. Kızın sana dönmeni emrediyorum diyemeyişini izlerken alacağınız zevk efsane olacak inanın bana. Hele çocuğun seni bağlamak deyişi. Afferdersiniz diyemeyişi....

Seni balgamişyu diyor resmen ama büyü tutuyor çok saçma. Son kelimeyi resmen uydurmuş aga nasıl olur da büyü tutar??


Uzun zamandır çeşitli sorunlarımın farkına varıyorum. Bugünkü yazıda da bu sorunların beş tanesini burada paylaşmak istedim.. Hazırsanız herkesin yapabildiği ama benim beceremediğim beş şey isimli yazıma başlıyorum. Kemerlerinizi bağlayın, uçağımız kalkıyorrr


Uzun zamandır film izlemiyordum, ben de bir çılgınlık yapıp gece saat bir buçukta film arayışı içerisine girdim. İyi ki de girmişim. Bu yaz doğum günümde vizyona girmiş olan Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu isimli filmi açtım. Film bitince de koşa koşa buraya gelip film hakkında ne düşündüğümü yazayım dedim. Valerian and the City of a Thousand Planets filmi hakkında neler beğendiğim ve neler daha iyi olabilirdi?


Merhaba Agalar, yaklaşık 47 gündür buraya gelip bir şeyler yazmamışım. Püü bana ya gerçekten yazıklar olsun. Kendimi şuan evladını beslememiş bir anne gibi hissediyorum. Ama kendimce haklı nedenlerim de yok değil hani. Her şeyi en başından anlatayım isterseniz.


Son zamanlarda özellikle gençlerde yaygın birer melankoli akımı var.  Hormonal denge, aşk, ev ve benzeri sorunlar üst üste bindikçe çoğu zaman odada yalnız başına duygusal şarkı dinleme ihtiyacı duyabiliyoruz. Ve bir yerden sonra artık mutlu olmak istiyorum diyoruz. Peki neden mutlu olamıyoruz. Elimizde çoğu insandan fazla imkanımız var. İnternetimiz, evimiz, suyumuz, elektriğimiz var. Peki ne eksik?


Merhaba Agalarım. Blog sahibi olmak artık herkesin beş dakikada -bedavaya- yapabileceği bir olay. Ancak düzgün bir bloga sahip olmak istiyorsanız blogu açmaktan fazlasını yapmanız gerekmektedir. Bu yazıda emektar blogger kardeşlerimin çektiği başlıca sıkıntıları konu aldım. Lafı çok uzatmadan konuya giriyorum. Bloggerların en sık yaşadığı problemler aşağıdaki listedekilerdir. Bugün bu sorunların kaynaklarını ve/veya çözümlerini tartışalım; hiç olmadı beraber dert yanalım istiyorum.

Blogger Sık Yaşanan Problemler:
  • Tema bulmak ve düzenlemek
  • Bloga yazacak konu bulmak
  • Sık aralıklarla yazı yazmak
  • Blogumu kimse okumuyor diyerek pes etmek
  • Bloga yazılan yazının daha çok okunmasını sağlamak
  • Gündelik hayat ile Blogger hayatını oturtamamak
  • Kendi türüne uygun diğer Bloggerları bulmak
  • Sürekliliği olan okuyucu kitlesi kazanmak
  • Blogu Google aramasında ilk sıralara yerleştirmek
  • Adsense'e kayıt olmaya çalışmak

"Bloguma güzel bir tema bulamıyorum."

Blogger hesabı açan bir kişinin ilk olarak yapması gereken şey Blog'unu kendi görsel zevkine göre şekillendirip, kişisel web sayfasının iskeletini oluşturmaktır. Unutmayalım bir ziyaretçiyi Blog'ta tutan ilk şey görsellik, ikinci şey içeriktir. Bu yüzden bir Blogger kullanıcısı, sırf istediği gibi düzgün bir tema bulamadığı için sinir krizi geçirebilir. (Bkz: ben)

Son zamanlarda değişik temalar da çıkmış olmasına rağmen size "Responsive" temaları öneririm. Nedenini ben de tam olarak bilmiyorum (sanırım mobil uyumlu oluyor Responsive'ler) ama benim başlangıçtaki Blogger kullanıcılarına önerme sebebim uzun zamandır bir ton kişi tarafından kullanılıyor olduğu için herhangi bir sorununuz olduğu zaman, gerek Türkçe gerekse yabancı dillerde bir sürü kaynak bulabilecek olmanız.

Tema seçiminden sonra uzun bir temizlik zamanı geliyor. Temizlikten kastım seçtiğiniz temada bulunan yabancı kelimeler ve temayı yapan kişinin aralara sıkıştırdığı kendi reklamlarını silmek. Eğer HTML hakkında hiçbir fikriniz yoksa bu gerçekten zor ve uğraştırıcı bir dönem ama çok da dert etmeyin biraz uğraşınca yavaş yavaş kavramaya başlıyorsunuz.

"Bloğuma ne yazmalıyım? Bloğuma yazacak konu bulamıyorum."

Bloğunuzun iskeletini tema seçerek ve temayı düzenleyerek tamamladınız. Şimdi sırada ikinci aşama yani iskeletin yanına etleri yerleştirme var. Unutmayın iskelete yerleştireceğiniz etler kesinlikle sizin tarafınızdan yazılmış olmalı.Sağ böbreği A bloğundan, sol gözü B sitesinden olursa o iskelet ayakta duramaz. Bunu sadece emek hırsızlığı kötü bir şey diye demiyorum. Aynı zamanda Google'ın blogunuzu en gerilere atmasına yol açan bir davranış olduğu için de diyorum.

Özetle çalmayın, kendiniz olun. Kendinizi yansıtın. Başkalarının kelimeleri ile değil, kendi kelimelerinizle yazılar yazın.

"Bloguma ne sıklıkla yazmalıyım? Blogumu çok güncelleyemiyorum."

Bu ne yalan söyleyeyim benim de sık sık başıma gelen bir durum. Bazı aylar hiç yazı yazasım gelmiyorken bazı aylar her hafta yazı yazıyorum. Siz bana bakmayın ve düzenli bir plan kurun. Yazınızı yazıp bu yazıyı iki gün sonrasına planlayın. Ertesi gün bir yazı daha yazıp bunu son planlanan yazıdan iki gün sonrasına planlayın. Blogger'ın yayınları planlama özelliğini kesinlikle kullanın çünkü düzenli aralıklarla paylaşılan yazılar hem Google'ın çok sevdiği bir davranış, hem de kullanıcıların daha iyi takip edebilecekleri bir arayüz oluşmasını sağlıyor.

"Blogumu neden kimse okumuyor? Blogger'da nasıl tık arttırılır?"


Yeni açılmış bir bloğun Google'dan günlük alacağı ziyaretçi sayısı 5 ile 20 arasında gidip gelecektir. Ama günde 20 tık almak çok çok üst düzey bir yeni blogtur diyebilirim. Genelde iki üç ay boyunca yazdıklarınızın reklamını yapmazsanız en fazla 10-15 tık alırsınız. Daha sonra Google sizi harcadığınız efora göre sıralamaya ekliyor. Örneğin ilk açtığınız bir blogun ismini Google'da aratırsanız yüksek ihtimal bulamayacaksınızdır. Anca Sitenizinİsmi.blogger.com yazıp aratırsanız sitenizi bulabileceksiniz. Daha sonraları birkaç yazınız Google tarafından üst sıralara yükselmeye başlayacak ve sitenizin Google gözündeki değeri artacaktır. Ancak Blog işi gerçekten çok emek isteyen bir iş. Çoğu blogger iki aydan sonra bir daha yazmamak üzere Blogger'ı terkediyor. Sebebi ise kimsenin yazdıklarını okumadığı düşüncesi oluyor genelde.

"Blogumu nasıl tanıtabilirim? Blog yazılarımın daha çok okunmasını nasıl sağlarım?"


Blogger hesabı açıp kendinizi daha kolay bir şekilde tanıtmak istiyorsanız sosyal medyaları iyi kullanmanız gerekmekte. Eğer sık kullandığınız bir sosyal medya hesabınız varsa bu hesapta ara sıra blogunuzun reklamını yapabilirsiniz. Google+ hesabınızı bloggerlar ile ilgili topluluklara ekleyip burada paylaşılan yazıları okuyup yorum atarsanız, yazının sahibi kesin olmasa da yüzde doksan dokuz sizin blogunuza uğrayıp iade-i ziyaret yapacaktır. Bunun dışında diğer bloggerlara misafir yazarlık yaparak back link alabilirsiniz. Backlink denilen şey benim bildiğim kadarıyla başka sitelerde blogunuzun linkinin ne kadar fazla olmasıyla alakalı bir şey. Bu sayı ne kadsr artarsa blogunuz o kadar Google tarafından sevilir. 

Mantığı şu: Google'a göre ne kadar çok internet sitesi sizden bahseder ve link verirse siz o kadar güvenilir kaynaksınız.

Benim blogum da misafir yazarları kabul eden bloglar arasında bulunuyor. Diğer bloglar gibi sadece bir ana konu üzerine (Teknoloji, bilim, kültür, gezi vs) değilim. Bloguma her türlü fikir ve düşünceyi mantık çerçevesi içerisinde savunabilirsiniz. İnsanlarda farkındalık yaratabilecek veya google'da aranılabilecek konularda yazı yazarsanız eğer blogumda misafir yazarlık yapabilirsiniz. Detaylı bilgi için ikramyagdiran@gmail.com eposta adresi üzerinden benimle iletişime geçebilirsiniz

"Bloguma yazı yazacak fırsat bulamıyorum."

Blog yazmal için boş vakit kullanıldığı fikrine katılmıyorum. Boş vakit bol bol var bence kendimizi kandırmayalım. Sadece yazması çok uzun ve yorucu sürdüğü için üşeniyoruz. Eğer blogger kullanmıyorsanız muhtemelen "Aga ne kadar yorucu olabilir ki abartma" diyeceksiniz. Size şöyle söyleyeyim bu yazıyı sanırım iki üç gündür bitiremedim. Ya karnım acıkıyor, ya canım sıkılıyor ya da arkadaşlar mesaj atıyor. Hep bir bahane bulup yazıyı kapatıyorum. 

Uzun lafın kısası boş zaman bulmaya çalışmayın. Kendinize bir zaman belirleyin. Her şeyi bırakıp bir kaç paragraf yazı yazın. Eğer çok uzun yazı yazamayacak durumdaysanız 200 300 kelimelik bir şeyler karalayıp bir kaç gün sonrasına planlarsınız. Bi gün sonra başka bir yazı yazıp onu da iki üç gün sonrasına planlar ve o hafta istediğiniz gibi yatarsınız. Sadece bir gün harcayıp 4 adet 500 kelimelik yazı yazsanız, bu yazıları da haftada iki adet olarak planlarsanız 2 hafta boyunca rahat takılırsınız. Tavsiye ederim.

"Benim gibi konuları işleyen bloggerları nereden bulabilirim?"


Google+ topluluklarından az önce bahsetmiştik. Bu topluluklara gerçekten önem verin, sadece kendi reklamınız için kullanmayın. Burada paylaşılan yazıların hiç olmazsa başlıklarını okuyun. Belki sizin gibi bir başka blog bulabilir ve beraber ortak çalışmalar yapabilirsiniz.

"Okuyucularımı nasıl elimde tutabilirim?"


Okuyucuyu bir blogta tutan en önemli şeyler sırasıyla blogun iskeleti ve yapısı (dış güzellik) ve blogun içeriğidir (iç güzellik yani :d) Eğer blogun dışı yani tema gibi şeyleri ilgi çekici değilse okuyucular içeriği incelemeyeceklerdir. İçeriği inceleyen insanın bir daha blogunuza dönmesini istiyorsanız yazınızı elinizden geldiğince akıcı, anlaşılır ve faydalı yapmaya çalışın. Eğer yazınızı sıkılmadan okuyorlarsa bir daha geri dönecek olma ihtimalleri yükselir.

"Blogumu Google'da bulamıyorum. Blogumu Google aramalarında nasıl yükseltebilirim?"


Blogunuzu Google'da yükseltmeniz için blogunuzun ilk olarak belli bir yaşı olmalı. Örneğin 3 ay bu blog aktif olursa Google sizi gözünün görebileceği bir yerlere taşıyor. Örneğin Google'da aratınca eskiden 25. sayfada sizin blogunuz yazıyorken bu süre boyunca aktif olursanız ilk 5 sayfaya girmeye başlıyorsunuz. Ardından yine aktif bir şekilde bol bol yazı yazar ve bu yazıların 2000-2500 kelime içermesini sağlarsanız bu yazılar genel olarak ilk sıralara doğru yükselmeye başlıyor. 

(Ama yazdığınız 2500 kelime konudan bağımsız olmasın aman)

Google'da ilk sıralarda yer almak yeni bir blogsanız eğer oldukça zor bir hedef. Ancak Google sizi yavaş yavaş tanıdıkça diğer eski ve ölü bloglardan üst sıralara çıkartacaktır. Sadece sabır gerekiyor, bunu başarabilirsiniz. Ben size güveniyorum.


"Blogumu adsense'e nasıl kaydedebilirim?"

Bunun için de size taktik verip yol göstermek isterdim ama maalesef ki kelin ilacı yok agalarım. Ben wordego kullanıyorum memnun da değilim ama kullanıyorum işte :D

Bu yazıyı da burada sonlandırayım. Eğer yazıyı beğendiyseniz ve düşüncelerinizi paylaşmak isterseniz yorumlara beklerim :) 

***Düzenleme 26.04.2020: Bu yazıyı 2017'nin 9. ayında yazmışım. Artık Google+ toplulukları kaldırıldığı için o konu hakkındaki tavsiyelerim biraz yavan kalmış. Bunun dışında Yaklaşık bir sene önce Adsense üyeliği aldım. Bu konu hakkındaki yazımı okumak isterseniz sizi buraya tıklamaya davet ediyorum. Ama o yazıyı okumadan buraya bu yazı hakkında bir yorum atabilirsiniz tabi gönlünüz isterse :) :) Kendinize iyi bakın


Merhaba Agalarım. Bugünkü yazıda Otağtepe Fatih Korusu'ndan bahsetmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde abimle sıkılıp gezsek mi diye bir düşünce içine girdik. Daha sonra abim Otağtepe korusuna gidelim dediği için oraya doğru yola çıktık. İlk başta aklımda küçük bir orman hayal etmiş olduğum için bir miktar hayal kırıklığı yaşamadım değil. Ama olsun..



Otağtepe korusu nasıl bir yer?

Genel olarak ağaçların orman sıklığında değil de park sıklığında olduğu bir yer. Ama Otağtepe'yi gezmeye değer kılan şey oranın yeşilliğinden daha çok manzarası. Bu manzara neredeyse her yerden görülebiliyor ama yakınlaştıkça denizi de tam olarak görebiliyorsunuz. Sabah saatlerinde gelmenizi tavsiye ederim çünkü aşırı kalabalık bir yer. Akşama doğru gelirseniz gün batımını görebilirsiniz. Batıya doğru güzel bir manzarası olduğu için gün batımının hoş görüneceğini düşünüyorum. 




Yolunuz düşerse gidip zaman geçirebileceğiniz güzel bir yer. Giderken yanınıza yiyecek içecek olarak ufak şeyler götürmek isteyebilirsiniz, çünkü gördüğüm kadarıyla bir şeyler alabileceğiniz yerler yoktu.







Gelişen akıllı telefonlar ve kolay internet erişiminin getirisi olarak sosyal medya hayatımızın merkezine yerleşti. İletişim amacı ile açılan sosyal medyalar zamanla insanlar arasında iletişim kurmanın bir yolu olma boyutundan çıktı. Artık sosyal medyalar tarafından şekillendirilip sosyal medyalar tarafından yönetilir hale geldik.

Ne zaman İnstagram'a girseniz instagram size bazı insanların sizden daha zengin, daha mutlu, daha güzel veya daha yakışıklı olduğunu gösterip durur. Sizden daha çok takip edilen insanları görür, sizinkilerden daha çok beğeni alan fotoğraflara rastlarsınız.

Ne zaman Facebook'a girseniz Facebook size bazı insanların sizden daha çok arkadaşı olduğunu, sizden daha çok sevildiğini gösterip durur.

Çoğu zaman bir sosyal medyaya girdiğinizde kendinizi kötü hissedersiniz. Sanki olduğunuz kişi değil de başka birisi olmalıymışsınız gibi bir hisse kapılırsınız. En azından benim için bu böyle. Ne zaman İnstagram'a girsem insanların gösterişleri ile karşılaşıyorum. Kimisi kendi özel havuzunda yüzerken kimisi gittiği manzaralı restorantın fotoğrafını paylaşıyor. Kimisi ise her gün farklı kombinler giyip fiyakalı fotoğraflar çekiniyor. Ve buna özeniyoruz. İster istemez özeniyoruz. Kim istemez ki havuzlu bir ev veya her gün Alışveriş Merkezi gezip yeni şeyler giymeyi? 

Bundan dolayıdır ki gerçekten yapmak istediklerimiz yerine toplumun kıskanacağı şeyler yapmaya başlıyoruz. Gün geçtikçe sırf "yedik, yaptık, eğlendik, mutluyuz" görünebilmek için kafeye gidip 3 liralık su alan ve 10 tane fotoğraf paylaşan bir topluluk haline geliyoruz. Sosyal medyaları iletişim yerine sosyal maskeler haline getiriyoruz.

Muhtemelen "Herkes böyle değil ki!" diye karşı çıkacak insanlar olacaktır. Evet sosyal medyayı iyi amaçla kullanan, bu yoldan reklam yapıp gelirini arttıran insanlar da var. Ama bunlardan her biri için yüz farklı insan sadece uyandığını söyleyerek 1000+ beğeni alıyor. Ve bu fotoğrafları beğenen insanlar bir zaman sonra beğendikleri insanları, insan olarak değil de ekrandaki pixeller olarak görmeye başlıyor.

Güzel kızmış. Beğen.

Hmm yakışıklı çocuk. Beğen.

Netlik kazandırmak istiyorum, benim sorunum güzel kızlar veya yakışıklı çocuklar değil. Ve yahut da zengin insanlar da değil. Benim bahsetmek istediğim problem sosyal medya ve sosyal medyanın bizi neye cesaretlendirdiği. 

Ve şuna da netlik kazandırmak istiyorum. Bunları sadece laf olsun diye demiyorum. Tabi ki sosyal medya tamamen kapatılsın, yok edilsin demiyorum. Sadece bizim sosyal medyayı kullanmamız gerekirken sosyal medyanın bizi kullanmasına izin verdiğimizi fark edelim istiyorum. 

Yazımı sevdiğim bir alıntı ile bitiriyorum:

           Çoğumuz tüm hayatımız boyunca gerçek kişiliklerimizi gizleyen sosyal maskeler takıyoruz. İnsanlığın ve yaşamın tüm renklerini sergilemek yerine dünyanın olmamızı istediğini düşündüğümüz kişinin heykeli haline dönüşüyoruz. Toplumun söylememizi istediği şeyleri söylüyor, giymemizi istediği kıyafetleri giyiyor ve yapmamızı istediği şeyleri yapıyoruz. Kaderimizde yazan hayatı sürmek yerine başkaları gibi yaşıyoruz. Başkaları için yaşıyoruz. Böylelikle de yavaş yavaş ölüyoruz.


Peki bu konu hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Merhaba agalarım. Bugünde dahil 2 gündür üniversiteliyim. Şimdi bu yazıda da üniversiteyi anlatarak size nispet yapayım diyorum. Bilmeyenler için Marmara Üniversitesi'nde Almanca okuyorum. Almanca dersleri çok zor olacakmış gibi bir hissiyat içerisindeyim ama hayırlısı bakalım. Sadece iki tane öğretmenimiz varmış. Biz daha bir tanesini tanıyoruz ama muhtemelen yarın diğeri ile tanışırız.

Ders saatlerimiz çok güzel çünkü saat sekiz buçukta başlayıp 12 ya da 1 gibi çıkıyoruz. Tek sıkıntısı tenefüslerin az derslerin de aşırı uzun olması şuan için. İlk ders 90 dakika, ikinci ders 90 dakika, üçüncü ders ise 50 dakika olacakmış. Tenefüsler 10 dakika gibi bir şeydi sanırım.

90 dakika çok uzun ya bir derste iki kere çişim gelir benim :(

Şaka bi yana çok uzun cidden ama erken çıkmamıza sebep olduğu için daha iyi tutarım çişimi bir sene bişey olmaz. Derslikteki öğrenci sayısı  10 kişi gibi az bi miktar. Biz hazırlık okuduğumuz için başka bölümlerden öğrenciler de var. Atıyorum alman dili ve edebiyatı olsun işletme olsun vesaire vesaire..

Tercümanlık bölümü ise toplam 37 kişiymiş. Tabi belki hazırlıktan geçemeyen ya da başka üniversitelere yatay geçiş yapanlar olabilir seneye. Bu konuyu çok sevdim çünkü ikinci senemde erasmusla yurtdışında okumak istiyorum. Ama bunun için çok çalışıp bölümümdekileri geçmem lazım. Almanca tercümanlıktan sanırım bir veya iki kişi erasmusla yurt dışında okuyabilecekmiş. Neyse onu seneye konuşuruz. Bu arada kendi bölümümün sekizincisiymişim ;))

Şuan için sınıfımdakilerden bahsedemeyeceğim çünkü sınıflar değişecekmiş. Bugün ikinci günden deneme sınavı olduk. 50 soru vardı sınavda, amaç seviyemizi öğrenip yeterince bilenleri A2den başlatmak, bilmeyenleri ise A1den başlatmak. İlk 25 soru A1.1, son 25 soru da A1.2den sorulmuş. Hepsinden 20şer doğru olmazsa A2'ye sınıfına alınmazmışım ama sorular bana çok basit geldi. Sanırsam 35 doğru kesin çıkar. Ama 40 soru doğru yapmışımdır diye de düşünüyorum. Eğer A2'ye geçersem burayı güncellerim 😂

Edit: Evet A2ye geçmişim ama benimle beraber geçen herkes almancayı epey bilen insanlar. O yüzden ben yarım yamalak almancamla onlara yetişmeye çalışacağım tüm sene, inşallah hoca herkes biliyor zaten diyerek üstün körü anlatmaz.

Ayrıca kitaplar 670 Tl ya yuh be alo 155 soygun ihbar edecektim


10 yıl içinde evcil hayvanınız muhtemelen ölmüş olacak.

10 üzeri 2 yani 100 yıl içinde siz ölmüş olacaksınız.

 10 üzeri 3 yani 1000 yıl içinde büyük- büyük- büyük- büyük- büyük- büyük torununuz ölmüş olacak.



Küçükken Avatar: Son hava bükücü çizgi dizisi ile büyüyenler neyden bahsettiğimi çok iyi anlamıştır. Eski zamanlarda insanlar dünyanın ve evrenin dört ana elementten oluştuğunu düşünürmüş. Hava, Su, Toprak ve son olarak da Ateş.

Avatar çizgi filminde ise bu elementlerin bazı insanlar tarafından kontrol edilebileceği işlenmektedir.


Merhabalar Agalarım, Almanca tercümanlık okuyacağımı bir önceki -yani buradaki- Agasal'da söylemiştim. Almanca seviyem baya yerlerde olduğu için kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Gramer konuları ile ilgili bütün çabalarıma rağmen hala tam anlamıyla cümle kuramıyormuşum gibi hissediyorum. Ama sıkıntım yok halledicem inş.

Ben de dedim ki neden gramer konusunda kendimi bu kadar kasıyorum, Almanca şarkılar bulup onların sözleri ile kendimi geliştirmeye çalışayım. Oldukça mantıklıyım değil mi? Bence de.



Merhaba agalarım, gördüğünüz üzere İki Çift Lafım Var isimli yazımda bahsettiğim tema değiştirme kararımı sonunda yürürlüğe koydum. Agalara Geldik artık yepyeni ve farklı ara yüzüyle karşınızda demek isterdim ama pek bir farkı yok eskisiyle. Benim için en iyi yanı mobil siteyi de masaüstü gibi göstermesi oldu. Ama size şunu söyleyeyim canım çıktı. Şimdi soracaksınız "Önceki temayı neden değiştirdin ki güzeldi" diye onu da söylemek istiyorum, yabancı değilsiniz. Son zamanlarda siteye reklam koydum. Son bir aydır falan yani, ama önceki temada bu reklamlar sayfanın taa en sonuna kadar inmezseniz görünmüyordu. Bu yüzden 1000 gösterime 1 kuruş gibi bir para veriyordu. Küfür gibiydi. Düşünün bir ayda 20 kuruş kazanabildim.

Şimdi masaüstü görünüm ile mobilden de bilgisayardan da görünebilecek, böylece siz bloğu takip ettikçe ben de üç beş kuruş fazladan alacağım. (inş)  Böyle söylediğime bakmayın para için yazmıyorum bu yazıları ama madem yazıyorum bari bir kaç tl gelsin diye de düşünmüyor değilim. Emek var ula emek emek

Emek derken sadece yazı yazmanın zorluğundan değil her şeyde emek var. Blogu olanlar çok iyi anlarlar. Binlerce tema arasından en tatlı olanı seçmek, sonra onun kodlarını düzenleyip yazı boyutlarını değiştirmek, daha sonra Türkçeleştirmek, en sonunda da yazı yazmak.

Kod düzenlemek o kadar zor ki anlatamam. Mesela şuan sağ taraftaki widgetin üzerinde aslında Popüler Postlar diye bir yazı var ama arkaplan ile aynı renkte olduğu için görünmüyor eşoğlu eşek. Nasıl aradım nasıl taradım o renk kodunu bulamadım. Bu yüzden sizden ricam oradaki Popüler postlar yazısını siyah renkli olarak hayal etmeniz. Ben bu konu hakkında biraz daha çalışırım bir kaç kez. O yazıyı siyah yapana kadar durmak yok yola devam.

Bu tema ile ilgili ikinci düzenlemem gereken şey devamını okumak için tıklanılan butonda yazan "Continue reading" yazısını Türkçe yapmak. Bu kolay olacaktır büyük ihtimalle ama bugün olmaz başım ağrıyor sldkafmsdl

Eğer gözümden kaçan bir İngilizce yazı görüyorsanız bana haber verin de düzelteyim olur mu gadasını aldıklarım? Sizi seviyorum kendinize iyi bakın



Yeni bir dil öğrenmek her zaman çok kolay olmayabilir. Bazı insanlar yeni dilleri çok kolay bir şekilde öğreniyorken bazıları bu konuda çok zorlanabilir. Bu tamamen normal bir şeydir. Sayısal zekanız sözel zekanızdan daha iyi olabilir. Ama bir dili öğrenirken zorlanıyor olmanız, o dili asla öğrenemeyeceğiniz anlamına gelmez. Unutmayın hiç biriniz dünyaya geldiğinde Türkçe bilmiyordunuz. Sayısal zekanız sözel zekanızdan daha iyi olsa da olmasa da Türkçe öğrenebildiyseniz neden başka bir dil öğrenemeyesiniz?

İlk olarak yabancı dil öğrenmeye karşı sahip olduğunuz ön yargıyı yıkabildiysem, sanırım şimdi size bir dil öğrenirken nelere dikkat etmeniz konusunda ufak yardımlarda bulunabilirim. 

1-Grameri iyi kavrayın

Dil öğrenirken ilk önce o dilin gramer yapısını bilmeniz gerekir. Basitten başlayın. Önce geniş zaman sonra şimdiki zaman yapısını öğrenin. En son geçmiş ve gelecek zaman yapısını öğrenin. Gramer yapılarını bilirseniz geriye hiç bir şey kalmıyor sayılır. Bir dilin gramerini (yani özne - fiil - nesne ilişkini) öğrenmeye o dilin üzerine kurulu olduğu matematiği öğrenmek de diyebiliriz. 

Eğer yeterince çalışmanıza rağmen gramerleri ezberleyemiyorsanız bu işi daha kolay hale getirebiliriz. Okuyun. Gramer hatalarını düzeltecek en kolay yöntem budur. Okuyabileceğiniz bir sürü şey var. Mesela, 

  • Youtube'dan sevdiğiniz İngilizce şarkıların "Lyrics" videolarını izleyin. 
  • Google'da ya da sosyal medyalarda "Quotes" yazıp ingilizce güzel alıntılar okuyabilirsiniz.
  • Google'da İngilizce kısa hikaye yazıp buradaki hikayeleri okuyun.
Bu verdiğim örnekleri sırası ile yaparsanız zaten bir kaç gün içerisinde gramer konusunda pek bir sıkıntınız kalmaz. Şimdi geldik nasıl daha iyi konuşabileceğinize. İngilizcenin gramerini öğrenen birisi için geriye kalan tek şey Vocabulary yani Kelime bilgisini geliştirmek. Kelime haznenizi geliştirmek için yapabileceğiniz pek bir şey yok. Ama size basit bir kaç önerim var.

  • Basit olarak Google'da  "İngilizce günlük hayatta kullanılan kelimeler" aramasını yapıp çıkan kelimeleri anlamları ile beraber telefonunuzun notlar kısmına kaydedebilirsiniz.
  • Gece yatmadan bu kelimeleri tekrar ederseniz öğrenmeniz daha çabuk olacaktır. Tecrübe konuşuyor :D
  • Google'da "Penpal" araması yaparak kendinize mektup arkadaşı bulabilirsiniz. Böylece İngilizce konuşabilirsiniz
  • Kısa hikayeler ve alıntılar okumaya devam edebilirsiniz.
  • Önceden izlediğiniz yabancı dizileri "itvmovie" isimli siteden "İngilizce" alt yazılı olarak tekrar izleyebilirsiniz.
  • Zamanla sevdiğiniz türden kısa romanlar alıp okuyabilirsiniz
Bu örnekleri bir ay boyunca yaparsanız zaten İngilizceyi derdinizi anlatabilecek kadar biliyor olursunuz. Ama bir dili biliyorum diyebilmek için dinlediğinizi anlayabilmeniz gerekmektedir. Bunun için de İngilizce konuşulan yerlerle epey bir içli dışlı olmanız gerek. Sürekli İngilizce konuşulan videolar izlemelisiniz.

Şunları tavsiye ederim. 

  • "Voscreen" denilen uygulama ile dizi ve filmlerden kesitleri Türkçeye çevirebilirsiniz. Çıkan videoların zorluk derecelerini değiştirme imkanı sunması da çok iyi.
  • Yabancı Youtuberları izleyebilirsiniz.
  • İzlemediğiniz dizileri İngilizce alt yazı ile izleyip kendinizi daha çok geliştirebilirsiniz.
Bunlar benim 4 senede İngilizcemi geliştirme yollarımdı. Şöyle söyleyeyim, küçücük çocukları düşünün. 2 yaşından sonra akılları çalışmaya başladığını farz edersek 4 yaşlarında oldukça basit de olsa güzel bir şekilde Türkçe konuşabiliyorlar. Ufacık bir bebek iki sene içerisinde bir dili sökebiliyorsa siz sürekli ezber yapıp bir şeyler okuyarak 1 senede hayli hayli çözersiniz. Kendinize güvenin.


Merhaba Agalarım, yaklaşık yarım saat önce İngiltere'nin en meşhur efsanelerinden biri olan Kral Arthur efsanesinin bu sene vizyona girmiş olan filmini izledim. Filmin tam adı Kral Arthur: Kılıç Efsanesi (Orjinal adıyla King Arthur: The Legend of the Sword)

Eğer izlemediyseniz kesinlikle tavsiye ederim, çünkü baya kaliteli yapılmış. Filmin konusu şu şekilde:


Lise hayatına ilk adımı atmak herkes için çok heyecan verici bir adımdır. Kendi liseye geçiş yıllarımda nasıl hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. İnternetten bir sürü sözlüğe ve foruma girip lisenin ilk günü neler yapılmalı olduğunu araştırmıştım. O zamanlar ergenlikle beraber gelen popüler olma isteği de olunca lisede nasıl popüler olunur gibi Google aramaları yapmıştım. Oldukça zor dönemlerdi gerçekten, ama lisenin ilk günü o öğrendiğim hiçbir şeyin bir faydasını göremedim.

Şimdi size kendi tecrübelerim ve realistik bir bakış açısı ile lisenin ilk günü ne yapmanız gerektiği hakkında tavsiyelerde bulunayım. Liseye geçenlere tavsiyeler:

1- Erken gidin

Erken gitmeniz sizin yararınıza olacaktır. Çünkü eğer geç giderseniz herkes sıralara ikişerli ikişerli yerleşmiş olacak ve muhtemelen hoca derse gelmeden az çok tanışmış olacaktır. Ben lisedeki ilk dersime geç kalmıştım. Sınıfa girdiğimde hocanın içeride olduğunu bilmiyordum bu yüzden kapıyı tıklama ihtiyacı duymamıştım. Hoca çık kapıyı tıkla gel demişti falan (baya harika bir ilk gün geçirmişim gerçekten.) İçeriye girdiğimde herkes yerleri kapmıştı. Bu yüzden en önde tek oturan bir kızın yanına oturmak zorunda kaldım. Ardından hoca tahtaya gel deyip adımı sormuş, ben İkram deyince de "ceza olarak herkese bi ikram ikram edeceksin" deyip kendi çapında espri yapmıştı. Şimdi düşünüyorum da baya saçma bir ilk ders yaşamıştık be. Matematik hocamız kendisini İngilizce hocası diye tanıtmıştı. İngilizcesi iyi olan var mı deyince yine ben parmak kaldırmıştım. Çık tahtaya dediğinde bana bir matematik sorusu yazmış ve "İngilizce aynı matematik gibidir" diyerek benim üzerimden ders anlatmaya çalışmıştı. Tabi ben kim matematik sorusu çözmek kim :// Tahtada soruyu çözemeyip yerime oturmuştum tekrar :(

Yani siz siz olun erken gidin arkadaşlar. İlk günden geç kalmayın, benim gibi olmayın. Gerçi ben lisede hep ilk derslere geç kalıyordum ama olsundu beni örnek almayın :D

2- Arkadaş edinin

Şimdi soracaksınız nasıl edineceğiz diye. Basit, çünkü lisedeki ilk gün herkes arkadaş edinmek isteyecek. Birisinden silgi isteyerek bile onunla arkadaş olabilecek durumda olacaksınız. Size tavsiyem hemcinsiniz olan birisinin yanında oturmanız ve ismini sormanız. Sonra zaten nerede oturduğunu sorar tanışırsınız. Tenefüste de oturmayın yanınızdakine kantine gidelim mi diye sorun. 

Arkadaş edinmek çok zor olmayacak diyorum çünkü herkes sizin gibi liseye ilk defa başlayacak küçük çocuklardan oluşuyor. Hiç heyecan yapacak bir durum yok, sakin olun ve insanları gözlemleyin

3- Her şeyi inceleyin 

Sınıfınızdaki insanları, hocaları, okul müdürü ve onun törende yüksek sınıflara yapacağı konuşmaya kadar her şeyi iyice dinleyip inceleyin. Özellikle sınıfınızdaki insanların her derste kendini tanıtışını iyi dinleyin. İsimlerini öğrenmeye çalışın, bir insana ismiyle seslenmek çok güzel bir etki bırakır. Çünkü bir dildeki en güzel kelime o dili konuşan kişinin ismidir. Düşünün siz birisinin ismini bilmiyorsunuz ama o dönüp size isminizle sesleniyor ve silginizi istiyor. Güzel bir his değil mi?

4- Hocaları iyi dinleyin

Çoğu hoca dersin başında en nefret ettiği şeyler hakkında uyarısını yapar. Bunları duyup aklınızın bir köşesine kazımanız sizin yararınıza olacaktır.

5- Kendiniz olun

Lise sizin değişebileceğiniz bir ortam maalesef ki değil. Kendinizi ne kadar farklı yansıtsanız da insanlarla yakınlaştığınızda bir kaç ay sonra gerçek kişiliğinizi tanıyacaklardır. İnsanların sizin olduğunuz kişiyi sevmesini sağlamak yerine neden olmak istediğiniz kişiyi sevsinler diye uğraşasınız ki? 

Son olarak herkesi arkadaşınız olarak görmeyin, herkese güvenmeyin. Dikkatli olun Açlık oyunları gibi bir dört sene olacak kime güveneceğinizi bilemeyeceksiniz, ama korkmayın bu da gelir bu da geçer.

Başarılar


Hayatımda daha fazla macera olsun istiyorum. Bavul veya bir sırt çantası alıp karavanıma binmek ve yola koyulmak istiyorum. Hiç görmediğim şehirler, hiç duymadığım sesler ve hiç bilmediğim yüzler göreyim, bulunduğum hayatın içindeki monotonluktan kurtulayım istiyorum. İstanbul'dan sürmeye başladığım karavanla yavaş yavaş Bulgaristan'a doğru ilerleyeyim, oradan sırasıyla Romanya, Sırbistan, Bosna, Hırvatistan, İtalya, Avusturya, Çek cumhuriyeti, Polonya, Almanya, Fransa ve son olarak İspanya'ya gidip tüm yazımı dünyanın en güzel manzarasını bulmaya çalışarak, videolar çekerek ve anı yaşayarak geçirmek istiyorum.

Bir şehirde 2 günden fazla kalmadan Avrupa'yı dolaşırken, bir gün paraşütle atlayıp öbür gün çok yüksek bir dağın tepesinde kar manzarasını seyredeyim. Bir gün 50 metre yüksekten denize atlayıp öbür gün ormanın derinliklerinde dolaşayım istiyorum. Bir gün büyük şehirlerin geceyi aydınlatan bina manzarasını izlerken öbür gün şehrin ışıklarının ulaşamadığı bir yerde karavanın tepesine uzanıp yıldızları izleyeyim istiyorum. Hata yapayım ama ders çıkarayım istiyorum. Yüz kere yere düşeyim ama yüz bir kere ayağa kalkabileyim istiyorum.

İnsan olduğumu tam anlamıyla hissetmek istiyorum. İnsan olmak gibi bir ayrıcalığım varken küçük bir sokak köpeği gibi bir mahalleye bağlanmak istemiyorum. İnsanım ve sanılanın aksine beni insan yapan şey aklımın bulunması değil. Kargalar, karıncalar, arılar.. Bunlar da oldukça akıllı varlıklar. Beni onlardan ayıran özelliğim hayallerimin olması. O yüzden binlerce hayalim olsun istiyorum.

Rüzgarın kulağımda yaptığı gürültülü ses yüzünden kendi bağırışımı duyamazken, yüksek bir tepeden yamaç paraşütü ile atlamak istiyorum. Damarlarımdan akan kanın hızını arttıracak şeyler yapmak, dünyayı gezmek ve keşifler yapmak istiyorum. Yeni hikayeler dinleyeyim, yeni müzikler ve danslar öğreneyim. Yepyeni insanlarla tanışayım, yeni aşklar yaşayayım istiyorum. Bazen çılgın bir insanla delirip bazen de sakin bir insanla kahve içeyim istiyorum.

Kendimi hiçbir zaman bu şehre veya mahalleye ait hissetmedim. Dışarıya bakınca diğer insanlar gibi güzel bir manzara görmüyorum. Geçenlerde rüyamda duyduğum bir söz var. Belki bilinçaltımda kalan bir alıntı ya da belki aksakallı dededen bir mesaj bilemiyorum.

"Bazı insanlar yıldızları seyretmek için doğmuştur, bazıları ise yıldız olmak için."

Ben manzarayı seyretmekten çok sıkıldım, artık manzaranın bir parçası olmak istiyorum. Artık biraz da yıldız olmak istiyorum. Peki ya siz?


Merhabalar Agalarım.

Öncelikle Kurban bayramına son bir gün kaldığı için şimdiden ellerinizi öpüyorum. Para vermek isteyenler reklam ve iş birliği için Dm / Email / Sms / İleti / Posta /  hatta Mektup falan bile atabilir. Yeniliklere açık olduğum kadar harçlıklara da açığım. Bugünkü yazımız biraz "gerçek yaşam nasıl hacklenir" temalı olacak. Hazırsanız hemen konuya giriyorum. İşte birgün işinize yarayabilecek 10 ilginç bilgi.

Telefonunuzu tutarken yoruluyor musunuz?

Bazılarımız telefonunu film ve dizi izlemek için çok sık kullanabiliyor. Mesela evde abisi olup bilgisayara dokunmaya fazla zamanı olmayan küçük kardeşler ( ben :/ ) İşte size küçük bir taktik. rahat bir yere yüz üstü uzanın, önünüze bir gözlüğü ters ve kapalı bir vaziyette koyup telefonunuzu oraya yerleştirin. İyi seyirler :P




Hızlıca uykuya dalmak için ne yapılabilir?

İki dakikadan daha hızlı bir sürede uykuya dalabileceğinizi söylesem inanır mıydınız? İşte size 4-7-8 taktiği. (özel üçgen ismi gibi otuz altmış doksan falan) Şimdi yapmanız gereken rahat bir yere uzanıp zihninizi boşaltmak ve tüm kaslarınızı - yüzünüz de dahil- rahat bırakmak. Ardından dört saniye nefesinizi çekip bu nefesi yedi saniye içinizde (kendinizi sıkmadan) tutmanız. Son olarak da 8 saniye nefes verip bunu tekrar tekrar yapmak. Tahmin ettiğinizden çok daha yorgun olacaksınız.

Telefonunu bulamıyor musun?

Telefonunuzu evin içinde bir yerde kaybettiniz ve bulamıyor musunuz? Daha da kötüsü telefon sessizde mi? Tamam önce bir otur soluklan cana geleceğine mala gelsin kardeşim. Eğer iphone falansa üzüldüm ama Samsungs'sa ve Google hesabın telefonuna bağlıysa bilgisayardan telefonunu çaldırabilirsin. Telefonun sessizde olup olmaması önemli değil her şekilde ötecektir.


Alarmın sesini duyamıyor musunuz?

Bunu en çok yaşayanlardan birisi olarak hep kullanacağımı düşünerek sizinle de paylaşıyorum. Telefonunuzu bardağın içine koyun ve yanınıza bırakın. Hoparlör sisteminiz hadi eyvallah

Aynı şeyi müzik dinlerken de yapabilirsiniz ama kulaklık denen bir şey var o yüzden icat çıkartmayın durup dururken.


Tişörtlerin arkasındaki etiketteki sembollerin anlamı ne? Etiketlerdeki semboller ne demek?

Hemen alttaki fotoğrafı sizin için Türkçeye çevirdim. Agalara Geldik gururla sunar.




Göze kaçan kirpik veya taşı nasıl çıkarabilirsiniz?

Göz kapaklarınızı açıp gözlerinizi belerttiniz, arkadaşınız pis pis gözünüzün içine üfledi ama o taş çıkmadı öyle değil mi? O zaman bir de yere bakıp hızlı bir biçimde göz kırpmayı deneyin.

Gözyaşlarınızı nasıl tutabilirsiniz?

Genel olarak çoğumuz toplum içinde ağlamayı istemeyiz, çünkü bu diğer insanlara bizi savunmasız gösterir. Ve çoğunlukla en şerefsiz insanların yakınınızda bulunan insanlardan çıktığını da düşünürsek, gözyaşlarını tutmak veya saklamak çok mantıklı bir davranış. Eğer gözyaşlarınız akmak üzere ise dilinizi damağınıza bastırmayı deneyebilirsiniz. Bu hareket beyninizi başka bir yere odaklayacak ve gözyaşı oluşumu kesilecektir.

Çekmeceleri dağıtmadan kıyafetlere nasıl bakabilirsiniz?

Bunu yapmam için evin reisinden -annem- izin almam gerekiyor ama hayatta izin vermez. Yine de paylaşıyorum ki sizden birisinin belki işine yarar. Adamlıkta bugün.

Eğer çekmecelerinizi alttaki kıyafetlere bakayım derken çok karıştırıyorsanız çekmecelere tişörtleri dikey olarak yerleştirmeyi deneyin. Anlamadıysanız hemen fotoğraf olarak açıklayayım.





Kulaklığınız cebinizde çok mu dolanıyor?

Erkeklerin çok hoşuna gitmeyecek bir çözümümüz var. Neden kulaklığı sarıp bir tokayla düzgün durmasını sağlamıyorsunuz? Benim tokam yok diye sağlamıyorum ama kızlara soruyorum siz neden bunca zamandır yapmadınız bunu.






Klavyedeki pislikleri nasıl temizleyebilirsiniz?

Asıl soru dünyadaki pislikleri nasıl temizleyebilirsiniz olmalı. Çünkü klavyedeki pislikler herhangi bir post-it kağıdının yapışkanlı kısmını tuşların arasına sürtmekle temizlenebilir. Keşke birisi de şöyle dünyadaki binaların arasına falan dev bir post-it soksa.




Bir yazının daha sonuna geldik. Umarım işinize yarayacak birkaç şey öğrenmişsinizdir. Kendinize iyi bakın. Eğer yazıyı beğendiyseniz blogu da incelemeyi unutmayın. Son zamanlarda bir sürü değişik türden yazılar yazıyorum. Eğer blogumdan bildirim almak isterseniz hemen sağ alttaki kırmızı sembole tıklayabilirsiniz :)

Görüş ve önerilerinizi soldaki yeşil ankete yazabilirsiniz. Ama benim asıl istediğim yorum yazın aga duvara konuşuyorum gibi hissediyorum, yakında yankı yapacak sesim.. sim.. sim..



Merhaba Agalar'ım. Son zamanlarda ne Tumblr bloguma ne de Agalarageldik'e pek zaman ayıramıyordum, bu yüzden az önce telefonumun internetini kapattım ve bilgisayara oturdum. Bugün her zamankinden daha farklı bir yazı yazmak istiyorum. Ülkenin ve dünyanın durumundan söze girip birkaç tür insanı eleştireceğim. Çünkü bunu birisinin yapması gerekiyor, uyan Türkiye'm uyan..

-Dikkat ağır eleştiri içerir-

İlk olarak Türkiye'nin halinden bahsetmek istiyorum. Kendi ülkemi kötülemekten nefret ederim ama şuan cidden hiç umrumda değil çünkü değişmesi gereken bir yapımız var. Türkiye'de bana kalırsa en büyük problem siyasi düşünceleri günlük hayatımızın merkezine yerleştirmemiz. Yerleştirmemiz diyorum çünkü hepimiz az çok bunu yapıyoruz. Ailemizin sevdiği insanları seviyor, onların benimsediği düşünceleri benimsiyoruz. Ta ki başka bir siyasi figür bize yararı dokunan bir atılımda bulunana kadar bunları canımız pahasına savunuyoruz. Sonra yeni gelen siyasi figüre bağlanıyoruz ve onun sevmeyenlerine karşı nefret besliyoruz.

Örneğin A partisi ve C partisi yüzünden kaç kişinin tartıştığını gördüm şu zamana kadar anlatamam. Babası A partisinden olan bir çocuk sürekli babasının düşüncelerinden etkilenip A partisine sempati besliyor. Daha 18 bile olmadan (oy bile veremeden)  30 santimetre boyuyla bu partinin savunuculuğunu yapıyor. En yakın arkadaşı da ondan pek farklı değil tabi, o da hep C partisinin düşünceleri ile doldurulmuş. Bu iki çocuk neden okuldaki dersler, evde izledikleri filmler veya gördükleri kızlar hakkında konuşmuyor da siyaset konuşuyor ki? Bu konu o kadar saçma bir konu ki anlatamam.

Siyasi düşüncelerinizin olmasına karşı değilim. Ancak bunun sadece kendi ailenizden duyduğunuz fikirler olmasına karşıyım. Bu fikirlerin 13-17 yaşlarında olmasına karşıyım. Bu fikirlerin okul, kafe, sokak, lunapark gibi yerlerde olmasına karşıyım. Eğer siyaseti çok iyi biliyorsanız meclise gidin orada tartışın.

Arkadaşlarınızla siyaset konuşmayın, çünkü siyaset aranızdaki muhabbeti ayıracak en basit konudur. Hatırlatmak isterim ki hiçbiriniz A veya C partisinin başkanları ile birebir konuşup arkadaş olmadınız, aksine onların hazırladığı konuşmaları dinleyip onlara inandınız. Onların sadece televizyonda çıktıkları kadarını biliyor ve dinliyorsunuz.

Siyaseti ve siyasetçileri sevmenin kötü bir yanı yok tabi ki ancak onları ölümüne savunmak çok tehlikeli bir durum. Takım tutmuyorsunuz arkadaşlar. Boru değil.





Türkiye'de sevmediğim diğer bir şey, çoğu insanın özel hayata saygısının olmaması. Nasıl mı? Türkiye'de kıyafet özgürlüğü denen bir şey var öyle değil mi? Peki bazı açık insanların, kapalı insanlara örümcek kafalı demesi ve yine bazı kapalı insanların açık insanlara orospu demesi neden? Sorsanız ikisi de bu benim özgürlüğüm ben böyle giymeyi seçtim der ama kapalı bir kız göbeği açık başka bir kızı görse içten içe "Şuna bak nasıl giyinmiş, kaşar kadın" diyor. Aynı şekilde göbeği açık giyinecek kadar rahat olan bir kız ise çarşaf giymiş birisini görünce "Bu neden benim gibi rahat değil yaa yobaz kadın" gibi bir düşünceye girebiliyor. Bu düşünceyi tüm kapalılara ve açıklara yüklemiyorum ama ben şu zamana kadar sürekli böyle konuşmalar duydum ve hiç "SİZE NE !" diyemedim. Bu zamana kadar hiç o kadar öz güvenli olamadım ama madem sanaldayız şimdi klavye delikanlılığımı gösteriyorum

SİZE NE YA SİZE NE

Bir de şöyle tipler var, birisi ben feministim diyince ona hemen dikkat çekmeye çalışan bir kişi gözüyle bakılıyor. Hatta sırf sinir oluyorlar diye  kadın yerine inatla "bayan" diyen insanlar tanıyorum.

Veya ateistim denilince "Yanacaksın" şeklinde şeyler söyleniyor. Bunu geçtim ateistler de "yallah arabistana" diye dini inancı olanlara sataşıyor. Aleviler sünnilere, sünniler alevilere kız vermiyor. Ülke çapında herkes herkesle kavga içerisinde.. Neden?

Din bireyseldir arkadaşlar. Kimse kimseye dini inancı ile ön yargı taşımamalı. Ben müslümanım ama alevi, agnostik, ateist ve katolik arkadaşlarım oldu şu zamana kadar. İki cümle öncesinde kimse kimseye dini inancından dolayı ön yargı taşımamalı dedim, onu geri alıyorum. Kimse kimseye hiçbir fikir yüzünden ön yargı taşımamalı.

Geçenlerde lezbiyen bir kız anonim olarak soru sorduğunda bana mesaj atmasını ve konuşabileceğimizi hatta arkadaş olabileceğimizi söyledim. Anında başka bir anonim gelip "Eşcinsellik günahtır normalleştirmeyin." gibisinden bir şey yazmıştı. Eşcinsellik günah değil eşcinsel ilişki İslam'da günahtır. Ben de buna inananlardanım. Ama ne ben ne de sen eşcinsel olduğu için birisini cehenneme atamayız. Bu onların seçimi değil bunu anlamak gerekiyor. Kim Türkiye'de eşcinsel olmak ister ki? Hem benim namaz kılan ve çok inançlı bir eşcinsel arkadaşım da olmuştu. Çok merak ediyorum eşcinsellik günahtır diyip insanları dışlayan kaç kişi 5 vakit namaz kılıyor.

Arkadaşımın yüze yakın hap içip intihar girişiminde bulunduğunu hatırlarım yav yazıktır günahtır.

Türkiye hakkında değişmesi gerektiğine inandığım daha bir sürü şey var. Gece dışarı çıkan bir kıza yollu gözü ile bakılmasından tutun otobüste minibüste kadınlara çeşitli şekillerde tacizlerde bulunanlara kadar. Ya da bir kızın bıyıkları ve tüyleri çıkıyor diye kıza erkek fadime diyen insanlara kadar. (Ki böyle birisi tumblrda da oldukça fenomen ama gülüp geçiyorsunuz..) Ülkeye birisi böcek ilacı falan sıkmalı aslında yav gerçekten.




Dünya çapında değişmesine inandığım bir konu ise ülkelerin bu kadar vurdumduymaz olması. Vatandaşlarının da ülkelere ses çıkartmaması. Bu konuda Türkiye'yi gerçekten çok seviyorum. Mesela Suriye'deki savaş sırasında insanların ölmemesi için elinden geldiğince yardımda bulunması veya her ramazan ve kurban bayramlarında Afrika'ya yapılan yemek, su, eğitim, barınak gibi yardımların bulunması.

Şimdi iki üç kişi Suriyelilere laf yapacak biliyorum ama biraz insancıl olun arkadaşlar. Ben de biliyorum Suriyeli üç beş kişinin Türklere neler yaptığını, o çok ayrı bir konu ama Suriyede küçücük çocukların korku içinde yaşamasını istemek fazla canice. Üstteki fotoğrafa bakın ve Suriyenin nasıl bir yere döndüğünü görün. Insanları orada ölüme terk etmek insanlığa sığmaz, sığamaz.

Peki yazı boyunca tüm bu bahsettiğim durumların düzelmesi için ne yapılabilir? Çok klasik bir cevap vereceğim. Okuyun aga. Okuyun dediysem gidip çocuk kitapları okumayın, sizi geliştirebilecek şeyler okuyun. Farklı yaşamdaki insanların hayatlarını okuyun mesela. Zorluktaki bir aileyi, kendini çirkin bulan bir kişinin hayatını, yasam mücadelesi veren insamları, farklı siyasi partilerin propagandasını yapan gazeteleri, kadınlara yapılan aşağılık hakaretleri, translara yapılan saldırıları okuyun. Kutsal kitapları okuyun mesela. Kutsal kitapların hepsi bizi gelişmiş insan yapmaya ve ahlaklı davranışlar sergilemeye yönelten kitaplardır.

Şöyle söyleyeyim Budistler Buda'nın dediklerine uysa, İsrail Tevrat'a uysa, ateistler ahlak kurallarını benimseseler, müslümanlar Kuran'a uysa ve hristiyan devletler de İncil'e uysa; her inancın insanları inançlarını bireysel (kendi başına) yaşasa dünya hayal edemeyeceğiniz kadar güzel bir yer olurdu.

Her bakımdan alçakgönüllü, yumuşak huylu, sabırlı olun. Birbirinize sevgiyle, hoşgörüyle davranın.
(İncil / Efesliler: 2)

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen en güzel bir tarzda uzaklaştır; o zaman seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir
(Kuranı Kerim / Fussilet: 34)


Son olarak buraya kadar okuduysanız sizi tebrik ediyorum. Eğer kendimi kaybedip sizi de eleştiri yağmurlarımla boğduysam affedin. William Shakespeare'in çok güzel bir sözü vardır: Dünyada görmek istediğiniz değişimin kendisi olun

İnşallah birkaç kişinin zihninde yeşerebilecek ufak çaplı bir tohum ekebilmişimdir, kendinize cici bakın sizi seviyorum


Merhaba agalarım nassınız iyisiniz inşallah, ben çok iyi ve de meşgulüm baya. E malumunuz tatildeyim falan ;)) şaka bi yana gerçekten kusura bakmayın yazamadım 1 haftadır ikinci bölümü. Özellikle bir takipçim baya ısrar ediyordu yaz artık diye ondan daha çok özür diliyorum. 

Ilk bölümü okumayanlar heymen buraya tıklayıp okusunlar: Wattpad hikayesi: Suçun Napolyonu 

Sonu biraz aceleye geldi, kontrol edemedim ve de duygusal bir bölüm oldu. Duyguları yansıtma konusunda epey zorlandım ama inşallah becerebilmişimdir. Heyecanlı bir bölüm bekleyenler kusura bakmasın ama gelecek bölüm heyecanlı bir şeyler yazıcam söz ❤❤ 

(Şuan saat 2 buçuğa yaklaşıyor cümle bile kuramıyorum uykusuzluktan ;(  ayrıca kapak resmini hazırlayan arkadaşa çok teşekkür ediyorum ❤)

Son olarak unutmadannn bu yazıyı wattpadden okuyup oy ve yorum atarsanız orada hikayenin yükselmesini böylece daha çok kişinin okumasını sağlayabilirsiniz. Şuan hikayem macera kitapları arasında 150. Sırada. Bunu ilk 50'ye çekebiliriz bence agalarım ne diyorsunuz ??


Merhaba agalarım hikaye yazmak gibi bir çılgınlığa resmi olarak ilk adımımı atıyorum. Inşallah bir kaç haftaya tam hikaye heyecanlanmışken sıkılıp bırakmam. Eğer okuyup yazım yanlışı veya daha büyük bir hata bulursanız yorumlarda düzeltmeye çekinmeyin.


***************


"...ve kötü fiilleriyle nam salmış bütün kediler aslında
(mesela mungojerrie, griddlebone mesela)


o kedi'nin sadece ve sadece taşeronu

onların bütün çalışmalarını denetler: suçun napolyon'u!"

-T. S Eliot


BÖLÜM 1: SORGU

Sonunda evin içine girmişti. Öyle görünüyordu ki geçtiğimiz üç ay, eskiden yaşadıkları bu eve hiç yaramamıştı. Bir zamanlar yemek yedikleri masada duran içki şişeleri ve yemek artıkları göze ilk çarpan şeylerden birisiydi. Bunun ardından dağınık koltuk takımı ve loş ışıkta bile rahatça belli olan tozlu sehpalar geliyordu. Üç ay sonra ilk defa girdiği kendi evini böyle bulmak içindeki anne özlemini biraz daha arttırmıştı.

 Dağınık sandalyelerin arasından sessizce geçti. Karanlıkta yolunu bulmakta hiç zorlanmıyordu. Sonuçta 17 senesini bu evde geçirmiş, burada büyümüştü. Onun için asıl zorlayıcı olan kısım bir zamanlar annesiyle oyun oynadığı oturma odasının şuan alkol kokusundan geçilmez olmasıydı.

Oturma odası, ön bahçedeki ışıklandırmayla oldukça rahat seçiliyordu bu yüzden elindeki feneri açma gereksinimi duymamıştı. Kararlı adımlarla ilerlemeye devam etti. Ne olursa olsun bunu yapacaktı. Onun olanı almalıydı.

Oturma odasını diğer odalara bağlayan küçük koridora doğru ilerlerken baş parmağını elindeki fenerin açma anahtarına yerleştirdi. Koridorun sonunda bulunan iki odadan birisi yatak odası diğeri ise çalışma odasıydı. Yatak odasının yarı açık kapısı üvey babasının içeride olduğunu gösteriyordu. Çalışma odası ise annesi öldükten sonra üvey babasının pek uğramadığı bir yerdi. Üvey babası Ed, Denis’i tam olarak sevmese de Denis’in annesi olan Lana’yı çok seviyordu. Lana’nın ölümü ikisini de farklı şekillerde sarsmıştı. Ed artık polisliğe devam edemeyecek kadar alkolik olmuş, Denis ise eve sık uğramaz olmuştu.

Feneri saatine doğru tuttu. Saat tam olarak 3:16’ydı. Yani bu da demek oluyordu ki Brendon’ın harekete geçmesi için daha 12 dakika vardı ve Sarah kendi işini 2 dakika önce halletmiş olmalıydı. Denis sessiz adımlarla ayakkabılığın içindeki elektrik şalterlerine doğru ilerlerken gülümsedi. Yaşıtları bu saatlerde partilere gitmek veya sevgilisiyle buluşmak için evden kaçıyorken o, kendi evini soymak için evine giriyordu.

Ayakkabılığa ulaşınca eğilip sol taraftaki kapağı açtı. Sağ taraftaki kapağın gıcırdadığını bilecek kadar uzun bir süre bu evde yaşamıştı. Bu evde gıcırdayan her kapıyı ve döşemeyi çok iyi biliyordu. Şalterleri yavaşça indirdi. Bu andan sonra site ışıklandırmasıyla aydınlanan ön bahçe dışındaki hiçbir yerde elektrik yoktu. Sessizce ayakkabılığın dolabını kapattı ve koridorun sonuna doğru ilerledi.

 Yatak odasının yarı açık kapısından yatakta yatan Ed’in belli belirsiz silüetine tiksinerek baktı. Ed her polis gibi yatağının başında bulunan silahıyla yatıyordu. Uykusu da ne kadar içerse içsin her zaman hafifti. Gözlerinin karanlığa alışması ile Ed’in eskiden Lana’nın olan yastığa sarılarak uyuduğunu gördü ve bir an için -çok küçük bir an için- Ed’e karşı acıma duygusu besledi. Ama buraya ona acımak için gelmemişti, bu yüzden hemen çalışma odasına yöneldi.

Çalışma odasının kapısı evdeki diğer kapılara göre daha yeniydi. Ed, Lana’nın ölümünden sonra Lana'nın takılarını ve geri kalan küçük servetinin yarısını elinin altında bulunması için kasasında saklıyordu. Denis, onun buradaki parayı daha kolay içki alabilmek için yakınında tuttuğunu düşünüyordu.  Paranın diğer yarısı hâlâ Ed'in banka hesabındaydı.

Takıların fiyatı Lana’nın bıraktığı küçük servetten daha fazla olmasından ve Lana’nın tüm servetinin tek yasal sahibi Denis olduğundan Ed, çalışma odasının kapısını şifre koruması altına almıştı. Denis 18 yaşına gelmeden yasal olarak bu parayı alamıyordu ama yaklaşık iki gün sonra 18 olacaktı ve hak ettiği parayı bir kere olsun eline geçirdi mi Ed’in yapabileceği hiçbir şeyi olmayacaktı.

Çalışma odasının şifresini -45726- hızlıca girdi ve sessiz bir şekilde içeriye adımını attı. Kapıyı kapatıp rahat bir nefes aldı. Saati şuan 3:19’u gösteriyordu. “Çalışma odasındayım” dedi kısık sesle. “Güzel, Sarah sen ne yaptın?” dedi kulağındaki kulaklıktan çocuk. Telsiz kullanmıyor veya üst düzey teknoloji ile haberleşmiyorlardı tabi ki, skype üzerinden sesli grup sohbeti açmışlardı.

“Tekerler söndürüldü.. tamam..” diyerek kıkırdadı Sarah. Denis Sarah’ın bu huyunu çok seviyordu. Ona göre çok zor durumlarda bile mizahi yanını bozmayan insanlar, zifiri karanlık gecelerde parlayan yıldızlar gibiydi. Ancak Denis -şuan içinde bulunduğu duruma bakacak olursak- ne gülebilecek ne de Sarah’ı takdir edebilecek haldeydi. Yan odada ayyaş bir polis varken hırsızlık yapıyorsanız, zifiri karanlık gecenizi aydınlatması için yıldızların ışığından fazlasına ihtiyacınızın olduğu kesindi.

Denis, sırt çantasını çıkartıp dikkatli bir şekilde yere koydu. Ardından elindeki fener ile etrafa hızlı bir göz gezdirdi. Çalışma odası içinde kalın mavi polis dosyaları bulunan üç büyük kütüphane ile büyük bir masadan ibaretti. Yerdeki pembe dosyalara ve yeşil cam parçalarına bakacak olursak Ed, birisine ya da bir şeye sinirlenip öfkesini burada atmıştı. Feneri, beyaz duvarın yanında bulunan ve fenerin loş ışığı yüzünden laciverte çalan siyah kasaya doğru tuttu. Saatine hızlı bir göz attı. 3:21 olmuştu. Brendon 7 dakika sonra işe koyulacak ve 8 dakika sonra da maharetini gösterme sırası kulaklığın ardındaki çocuğa yani Tyler’a kalacaktı. Pencereyi açıp alkol kokusundan uzak, taze ve serin olan havayı akciğerlerine depoladı. Dışarda ölüm sessizliği hakimdi.

Uzandı ve çantasından sprey boyasını çıkardı. Macavity’nin sembolünü yapmadan olay yerini terk etmemesi gerekiyordu. Beyaz duvara doğru uzattığı spreye bastırdı. İçinde bulunduğu sessizlikte çıkan tıslama sesi sağır edici gibiydi. Ed’in uyanmamış olmasını umarak sembolü çizmekten vazgeçip ilk olarak kasayı açması gerektiğine karar verdi.


Kasanın şifresi annesi Lana’nın Ed ile evlenme tarihi yani tam olarak 2 Nisan 2013'tü. Çabucak 2413 yazarak kasayı açtı. Çıkan bip sesi, zaten çok hızlı atan kalbinin bir miktar daha hızlanmasına sebep oldu.

 “Çocuklar Ed uyanabilir kulağınız bende olsun. Eğer plan umduğumuz gibi gitmezse kahramanlık yapmaya kalkışmayacaksınız tamam mı?”

“Plan tıkırında gidecek, dikkatli ol Denis.” Dedi Tyler’ın ince ama kendinden emin sesi.

“Kulaklığı çıkartıyorum ama görüşme hâlâ açık. Şans dileyin” dedi Denis çabucak.

Ardından mikrofon cebinde asılı bir şekilde kasadan uzaklaştı. Elindeki spreyle duvara Macavity yazısı ve iki adet kedi kulağını çizdi.

Her şey tam olarak bundan sonraki beş saniyede oluverdi. Kasaya doğru adımlarken bastığı döşeme oldukça yüksek bir sesle gıcırdadı. Spreyle yaptığı gürültüden sonra Ed uyanmamışsa bile kasaya geri dönüşünde bastığı parkenin gıcırtısı kesinlikle onu uyandırmıştı.

Yatak odasından gelen tıkırtı sesi Denis’i çantasını ve paralarını bırakıp gitmeye zorladı. Fenerini bile almaya zahmet etmeden kapıyı açıp sessizce ama koşar adım kendini koridora attı. Koridorun başına henüz ulaşmıştı ki arkasından gelen tetik sesi ile donakaldı. Ed’in kalın ve bağıran sesi evin her bir köşesini inletmişti

“KIMILDAMA!”

“B-BENİM.." diye korkuyla bağırdı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. "Benim... ateş etme” diyebildi.

Denis’in yaşadığı korku dayanılmazdı. Bacakları sanki onu daha fazla taşıyamayacak gibiydi. Kalbinin son hızla çarpışını boynundaki damarlarda hissedebiliyordu. Elleri kendi bile farkında değilken yanlara doğru kalkmış, boynu sanki kafasını kurşundan korumak istercesine omuzlarının arasına girmişti. Geçen iki saniye içerisinde vurulmadığı için Ed’in onu vurmayacağını anlamış ve omuzlarını gevşetmiş, gözlerini tekrar karanlığa doğru açmıştı.

“Denis!? Burada ne yaptığını sanıyorsun!” dedi öfkeyle.

Yüzünü aydınlık ön girişten Ed’e doğru çevirirken Ed’in çalışma odasına baktığını fark etti. Hafifçe yere inmiş olan silahını tekrar Denis’in göğsüne hedeflemişti. Bu da Ed’in, aylardır aradığı Macavity ekibinin kullandığı sembolün çalışma odasının beyaz duvarında yazılı olduğunu ve tamamen açılmış olan çelik kasayı gördüğünün işaretiydi.

“Benim evimi soymaya nasıl cürret edersin” diye bağırdı.  Sesinin yaptığı titreşim büyük müstakil evde yankı yapıyor ve her yankıda Denis'in akciğerlerini titretiyordu. Bu eve benim evim demesi Denis'in zoruna gitmişti. Çünkü bu ev annesine öz babasından kalmıştı.

Denis kendini tutması gerektiğini biliyordu. Daha önce Ed’i hiç bu kadar sinirli görmemişti. Sinirinde alkollü olmasının da rolü büyüktü. Bu sefer Ed'in yanında öfkesini atabileceği bir çalışma masası olmadığı gerçeği Denis'in zihninde belirdiğinde bir kaç adım geriledi.

“Bu ev senin değil ayyaş herif bu ev annemi-“ sözünü bitiremeden Ed’in savurduğu tokatla yere düşmesi bir oldu. Elini yerdeki Denis’in saçlarına saran Ed çekiştirerek salona ilerledi. Lambayı açmak için düğmeye uzandı. “Demek Macavity ha!” dedi. Sesindeki öfkeye aynı zamanda iğrenme tınısı da katılmıştı.

“Annenin yerine sen ölmeliydin Denis, bunun olması için bütün paramdan vazgeçebilirim. Annen hayatta olsaydı-“
Bu kadarı yetmişti. “Keşke annem hayatta olsaydı da tek yasal varisi olan kızının, ayyaş olan ikinci eşi tarafından dövülüp hakkı olan mirasını alamadığını görseydi.” diye bağırdı acıyla.

Her nasıl olduysa Ed bu sözleri duymamış veya umursamamıştı. Şaşkınlıkla öfkenin beraber olduğu bir ses tonuyla “Elektrikleri mi kestiniz!” diye gürledi. Denis’in gülümsediğini fark edince saçlarını iyice çekerek ön bahçeye doğru sürükleyip bıraktı.

Pijamaları ile önünde çömelmiş olan Ed, direkt olarak Denis’in gözlerinin içine bakıyordu.
 “Şimdi şöyle yapacağız adi velet, ya sen kendi isteğinle bana Macavity hakkındaki her şeyi anlatırsın ya da ben bunu senden zorla öğrenirim.”

Denis elinin arkasını sızlayan dudağına götürünce dudağından eline bol miktarda kan bulaştığını gördü. Aynı zamanda bileğindeki saatin 3:27 olduğunu da..

“Her şeyi mi?” dedi Denis titrek sesiyle.

Yine aynı iğrenme tonuyla “Her şeyi..” diyen Ed’in sesi bir kaç blok ötedeki köpek havlamaları ve araba alarmları ile birlikte gecenin karanlığına yayılmıştı.

Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrılan Denis “5 ay kadar önceydi” diyerek konuşmaya başladı.

************

Bölüm 2'de nelere özen göstermeliyim tavsiyesi olan ve eleştirmek isteyen pehlivanları danışmaya (yani yorumlara) davet ediyorum. Hodri meydan



Merhaba agalarım, tatilden dolayı blogu güncellemeye pek fırsat bulamıyorum. Zaten aklıma hakkında yazacak güzel bir konu da gelmiyor şu sıralar. Ancak bir kaç ileriye dönük planım var. Bu yazıda agalarageldik.com hakkındaki geliştirme planlarımı sizinle paylaşıcam.

Ilk olarak şuan bloga günlük ortalama 150-200 tıklama falan geliyor. Ama bazen israilden bir anda 900 küsür tıklanma falan da gelebiliyor.

(Kesin hacklemeye çalışıyor şerefsizler, yer mi lan anadolu çocuğu. )

O yüzden ilk iş olarak bu ziyaretçi trafiğini arttırmam gerek. Bunun için bloggerlar sık sık yazı yazmayı öneriyorlar. Seneye almanca hazırlık okurken küçük bir notebook alıp bunu sadece yazı yazmak için kullanmayı planlıyorum. Çantamda gezdiririm güzel olur bence.

(Telefondan yazmak çok zor moruk.)

Yani üniversiteye başladığımda bol bol yeni yazı göreceksiniz inş.

Ayrıyeten küçüklüğümden beri hep kitap yazmak istemiştim. Ama kitap yazmanın öyle he diyince olmayacağını düşünenlerdenim. Güzel bir kitap ortaya koymak için bol bol kitap okumak ve küçük hikayeler yazıp antrenman yapmak lazım. Işte tam olarak bu yüzden seneye wattpad kullanıp 40-50 sayfalık küçük hikayeler yazacağım

Kitap yazmak çok güzel bir şey bence ya, hem insanlara inceden inceden düşüncelerini aşılayabiliyorsun hem de sen ölünce çocuklarına, onlar ölünce onların çocuklarına giden güzel bir gelir kaynağı.

Bu ikisinin dışında çok üzülerek söylüyorum ki sanırım blogun temasını değiştirmek mecburiyetinde kalacağım. Bu temayı aşırı derecede çok seviyorum ama (çeşitli sebeplerden dolayı) mobil görünümü masaüstü görünüm gibi yapamazsam eğer temayı değiştirmem gerekecek. Abimin webtasarım okuyan arkadaşları vardır onlara yaptırırım belki.

Sanırım blog hakkındaki kısa süreli planlarım bunlar, eylül ekim aylarından ocak ayına kadar haftada ikişer yazı yazmaya başlayabilirim. Eğer misafir yazarlık gibi bir şeyle ilgileniyorsanız sizin yazılarınızı da ekleyebilirim.

Blog harici olan konulara gelecek olursak bu sene Marmara Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık okumaya başlıyorum. Aganız ingilizce yan dal yapıp üniversite bitince iki diploma ile mezun olacak inşallah. Yani ingilizce ve almanca tercümanlık diplomalarım olacak;))

He yeri gelmişken babamı ispanyolca kursuna da ikna ettim, bu gidişle sene sonunda 4 dil bilen bir insan olup çıkabilirim

Offf keşke öyle bir şey olsa ya her zaman söylerim 4 dil bildiğimi

+ Selam.
- Dört dil biliyorum
+ Naber?
- Dört dil

Evet sanırım bugünkü agasal bu kadar, yaklaşık 15 gün daha izmirdeyiz ve ben bronzlaşmaktan çok ırk değiştirdim. Istanbula gideyim de üç dört gün yüzümü keseliyim rengim açılsın. Ciddi diyorum renkli bir şey giyince romanlara benziyorum.

ağmaan bea

Kendinize cici bakın çok uzattım ama canım sıkılıyordu n'apayım...

Merhaba agalar, geçen hafta cumadan (yani 14 temmuzdan) beridir aganız Izmir'de tatil yapıyor. Seferihisar ilçesinin Sığacık mahallesinde küçük bi yazlığa kurulduk. Sığacık gerçekten çok güzel bi yer ama izmir'in aşırı dışında kalıyor. 

Sığacıktan Izmir'in merkezine gitmek için yaklaşık 1,5 saatlik otobüs yolculuğu yapmanız gerekiyor. Sanırım sığacığın tek kötü yanı bu. Hayır 1,5 saat çok mu fazla derseniz değil ama yolda giderken izleyebileceğiniz manzara falan da bulunmuyor. 

Tek gördügünüz şey Izmir'in dağları ve orada açan çiçekler. Bi de at-inek falan..

(Bu arada telefonumda büyük i harfi olmuyor o yüzden Izmir yazıyorum sonra laf olmasın aga) 


Fotoğrafları sırasıyla ekleyemedim o yüzden sıralama olmadan tek tek açıklayayım. Üstteki fotoğrafı Sığacık'ın meşhur halk plajı Büyük Akkum civarında çektim. 

Suyun rengine bakar mısınız ne kadar berrak yav harika

Ancak şöyle bir şey var ki Büyük Akkum kumsalı biraz pis, dalgalar hiç bi engel olmadan oraya sürüklüyor yosunu kumu ve kahverengi odunumsu bir şeyleri (ne olduklarını bile bilmiyorum Allah affetsin)

Büyük Akkum'un hemen 200 metre yukarısında ise Küçük Akkum ve Mukka Beach var. Ikisi de çok temiz ve dalgalardan uzaktalar

Ama ikisi de paralı :(

Gitmiyom o yüzden...



Burası da Sığacık'ın tepeden çekilmiş bir görüntüsü. Fotoğrafın tam ortasındaki turuncu binaları görüyorsunuz ya hani, onun hemen deniz kıyısında belli olmayan küçük bi kale var, Sığacık kalesi orası da. Şimdilerde içerisinde bir sürü minik evler var ve çok güzel bi yer.

(Aşagıda bi yerlerde kale içini çektiğim fotoğraflar var)



Burası bu blogun diğer yazarlarından olan iki senelik arkadaşım Elif'le buluşunca gittiğimiz Izmir Fuarı. Fuar ilçenin adı mı yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama çok da önemli değil :D

 yalnız fotoğraf efsane değil mi yav

 ben çektim ;)


Burada da Elifle izban bekliyorduk.

 Hehhh yeri gelmişken Izmir'de izban ve metrolara binmek için önüne gelen metro kapısındaki düğmeye basman gerekiyormuş. Görünce şok oldum bizde yok öyle bir şey 

Istanbulluları ağlatan teknoloji
 (düğmeli metro)



Büyük Akkum plajı burası işte, şezlonglar 5 tl ve arkadaki Salasch cafe'nin wifi şifresi: neyapıcankii

Wifi şifresini soruyoruz neyapıcankii diyor :(

 internete girecem kii

( edit: şuan cidden kendi esprime güldüm keşke bunu adama deseydim yav puff)



Izmir fuarının kuğulu parkı


Sığacık Kalesinin içindeki evlerden bi tanesi



Bu da Izmir'i gezerken gördüğüm fayton, hep faytona binmek istemişimdir ama kısmet değilmiş..



Burası da sığacık kalesinin içerisi. Alttaki iki diğer fotoğrafı da aynı şekilde kale içinde çektim.

Şu fotoğrafı çok seviyorum ya yakında instagramıma falan atarım (Bu arada reklamlar instagram: brotheusx)

"Dallarımı koparma, beni yerimden ayırma"


Burdan geçmişim belli 




Bir de bu fotoğrafı çok seviyorum. Sanırım kafenin ismi olan La'dude Art Türkçe'de sanat depoları anlamına geliyor. Ama emin değilim.


Izmir Kordon'da çektim sanırım ama yine emin değilim. Isimler çok yabancı yav Bornova olsun Buca olsun Kordon olsun ne gerek var böyle şeylere. 


Burası da Fuarın girişindeki yürüme yolu. 


Son olarak yorumumu soracak olursanız izmir çok güzel bir şehir ama sadece tatil ve gezme amaçlı bir güzelliği var. Onun dışında hem ulaşımı kötü hem de pahalı bir şehir. Istanbulda 1 lira vererek minibüsle kilometrelerce yol gidebilecekken izmirde 2 lira veriyorsun. Izmir Kart tarifeleri de aynı şekilde daha pahalı. Ayrıca metro gelis saatleri arasında sanırım 10 dakika kadar bir süre var. Istanbulda ise 4-5 dakikada bir geliyor metrolar

Ama istanbuldan daha geniş ve ferah bir yer olduğunu inkar edemem. Daha yeşillik ve renkli bir şehir, yüksek gökdelenleri ve kalabalik caddeleri pek yok. Hele ki Sığacık harika bi yer. 

Herkese tavsiye ederim gelip gezin tozun, denize falan girin. 

Bir yazının daha sonuna geldik. Blogumu beğendiyseniz sağ alttaki çan şeklinden abone olabilir böylece yeni yazı geldiğinde mobil veya masaüstü bildirimi alabilirsiniz. 

Kendinize cici bakın