Agalara Geldik

Takip Edin


Anadolu gibi mükemmel bir coğrafyada kurulmuş cennet gibi bir ülkede yaşıyoruz. Asya, Avrupa ve Orta Doğuya olan yakınlığımız diğer ülkelere göre çok büyük bir avantaj. Ama gelin görün ki bir türlü "gelişmekte olan ülkeler" sınıfından çıkamıyoruz. Peki neden hiç düşündünüz mü? Çünkü yeniliğe ve geleceğe odaklı düşünmüyoruz. Çünkü kavga ediyoruz. Çünkü ilke ve inkılaplarımızı bırakıp maneviyata yönelik çalışmalarda bulunuyoruz. Çünkü hala yabancı özentiliği yapıyor ve yerli tüketimi fakirlik gözüyle görüyoruz..


İşte size bunlarla ilgili en basitinden bir kaç örnek söyleyeyim.

1- Okullardaki yabancı ders kitapları

Eğer Anadolu Lisesinde okudu veya okuyorsanız -kaldı ki artık teknik lise falan kalmadı, ya Anadolu ya da İmam Hatip hepsi- sizden yabancı dil derslerinde kaynak kitap almak adına 150 lirayı aşan bir para istemişlerdir. Siz de muhtemelen ya bu parayı vermiş ya da kitap pasajlarından daha ucuza bu kitapların korsanlarını almışsınızdır. İsterseniz bu konuyla ilgili basit bir matematik yapalım.

Benim zamanımda sınıflar 25 - 30 kişi civarındaydı. Diyelim ki dördüncü sınıflar olarak yaklaşık 100 kişiydik. Hepimiz her sınıf atladığımızda neredeyse 150 liralık İngilizce ders kitapları aldık, yani bu da demek oluyor ki:

150 X 100 X 4 = 6000 TL 
(kitap parası çarpı kişi sayısı çarpı dört senelik lise) 

6000TL kadar para ödedik. 

Bunu diğer sene liseye başlayanlar da yaptı ve ondan sonra başlayanlar da... Yani demek oluyor ki sıradan bir Anadolu Lisesi senede 6000 TL'yi yurt dışına heba ediyor. Halbuki en az bu kitaplar kadar güzel yapılmış yüzlerce Türk Yayınevleri tarafından basılmış yabancı dil kitapları varken.. Düşünün benim okuduğum bölgede 5 farklı Anadolu Lisesi daha vardı. Bu yapılanı eğer onlar da yaptıysa bu 30.000 TL sadece benim okuduğum bölgeden çıkan para. İşte bunun adı gereksiz israftır arkadaşlar.

MEB'in burada hatası var mı tabi ki var. Düzgün İngilizce ders kitapları basılsa yabancı kaynağa ihtiyaç duyulmaz. Ama basılmıyor çünkü buna karşı kimsenin bir tepkisi yok. 

2- TÜBİTAK saçmalıkları

Ülkelerin bu yüzyılda birbirlerine karşı en büyük kozları teknolojik gelişmişliktir. Teknoloji üretir, teknoloji satarsan ekonomin bir anda zıplar. Teknoloji ise senin verdiğin emek kadar gelişir. Eğer senin ülkendeki en büyük teknoloji geliştirme kurumu işini düzgün yapmaz ve organik hoşaf ya da papaz eriğini imam eriğine dönüştüren kutu gibi projeleri kazandırırsa o güzelim genç beyinleri NASA gibi yabancı kurumlar kapar tabi. Çok değil 15 sene sonra da o beyinlerin yaptıkları tasarımlarla oluşan ürünleri sana satar, sen de salak gibi paranı onlara verirsin. 

Dobra konuşup şunu söyleyeceğim ki TÜBİTAK bir virüs gibi ülkeyi mahfeden bir kurumdur ve başındakilerin tamamen temizlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde teknolojik gelişmelerimiz organik hoşaftan ibaret olacaktır. 

Hala anlamış değilim hoşaf zaten organik değil mi ya bu nasıl bir saçmalık ya? İnorganik hoşaf yapsa takdir ederdim ama organik zaten????

3- Devletin Tarıma Yönelmemesi

Türkiye'deki tarım sosyal medyada gösterildiği kadar yerlerde sürünen bir halde değil. Ancak tarımda kendi kendimize yetemediğimiz de su götürmez bir gerçek. Dinlediğim bir gelişim videosunda tarımda önemli olan üçte bir kuralından bahsedilmişti. Üretilen besinlerin 3'te birini halkına satacaksın, 3'te birini yeni besinler üretmek için kullanacaksın geri kalan 3'te birini de yurt dışına ihraç edeceksin ki ülken gelişsin. Ama Türkiye'de işler maalesef ki bu şekilde gitmiyor. Çoğu tarım ürünü ülkeye yetmediği için belli bir miktar da dışarıdan alınıyor. Bunları google'da ithal edilen ürünler diye aratarak bulabilirsiniz.

Tarım bakanlığının insanlara toprak verip alın bunu işleyin demesi bu işi düzeltmez. Düzeltir belki ama kötünün iyisi şeklinde düzeltir. Tarım bakanlığının o bölgede yetişecek en verimli besinlerden tutun, o besinlerin üretim seviyesine kadar her şeyle ilgilenmesi ve bilgisinin olması lazım. İklim el verişli değilse seralar kurması lazım.

Her toplumun üretebildiği ve üretemediği besinler illaki olacaktır. Örneğin Rusya'nın yeterince güneş görmediği için tarımsal ürünlerin bazılarını (örneğin domates, zeytin vs) ithal etmesi kaçınılmaz bir durum. Aynı şey çoğu kuzey ülkeleri için de geçerli. Tarım bakanlığı ayrıca bu ürünleri yetiştirmek konusunda da özenli davranmalı ve bu ürünlerin satılamayıp çürümeye bırakılmaması için de efor sarf etmeli. Çünkü satılamayan mal boşa giden para demektir.

Duy bunları eyy tarım bakanı

Yazı bittikten sonra aklıma geldi, demeden geçemeyeceğim: Yeter artık bina yapmayın tarım yapın yeter

4- Turizm konusu

Türkiye Turizm açısından çok fazla doğal güzelliğe sahip bir ülke. Üç tarafının denizlerle çevrili olmasını geçiyorum

İlk insan yerleşimi olarak keşfedilen Türkiye hariç tüm Avrupa'da adı bilinen Göbeklitepe Tapınağı, Balıklıgöl, Kapadokya Peri bacaları, Nemrut dağı heykelleri ve benzeri belki yüzlerce güzel turistik yerlerimiz mevcut. Ama bunların reklamlarını asla ama asla düzgün bir şekilde yapamıyoruz. Bunu Turizm Bakanımızın üstlenmesi gerekiyor. 

Ama şöyle bir gerçek var ki daha en basit olan deniz turizmini bile adam akıllı yapamıyoruz. Denizlerimizi kirletiyoruz, kumsallarımızı izmaritlerle dolduruyoruz, keko keko insanların turistleri gözleriyle yemesine göz yumuyoruz. Kumsalları pazarlıyor ama kumsallarda olan bitenle asla ilgilenmiyoruz. 

Koy kumsallara bir kaç güvenlik, etrafta olanı biteni izleyip, insanları gerekirse kumsaldan dışarı atabilsin. Plajların yakınlarındaki dükkanları teftiş et, plaja çıkan sokakları "kışın" güzelleştir. Çarpık çarpık binaları düzelt, kaldırımları yenile ve etrafı ağaçlandır. Dükkanlara gerekirse zorunlu dış boya badana şartı getir de satışlarını arttırsınlar. Ülkeye daha çok döviz girsin. Büyük billboard'lar koy ve bulundukları şehirdeki doğal güzellikleri slayt olarak izlet insanlara. Böylece Turistler daha fazla seyahat etsin ve sıkılıp ülkelerine dönmesinler. Daha çok para harcasınlar da ülkeye daha çok döviz girsin.

5- Kültürsüz - Keko İnsanlar

Size inanılmaz bir tespit yapayım mı? Bu ülkenin en eğitimsiz ve geri kafalı insanları yolcu taşıyan insanlar. 

Sırasıyla: Minibüs Şoförleri, Havaalanı Taksicileri, Otobüs Şoförleri

Sadece bunları bir yere toplayıp genel kültür verilmesi bile ülkeyi bir üst seviyeye taşıyacaktır. Trafik canavarlığı denilince akla minibüsçüler, dolandırıcılık denilince ise Hava alanı taksicileri geliyor. Otobüs şoförleri ise yolcularla ve sokaktaki insanlarla yumruk yumruğa kavga etmesiyle meşhur. Farkındayım her gün insanlarla uğraşmak zor bir meziyet ama bu sizin işiniz. Kimseyi okumadığı için suçlayamam, okumak veya okumamak bazen insanın kendi seçimleri dışında olabiliyor. Ama kendini geliştirmek herkesin elinde olan bir seçenek. 

Okuyan insan kültürlü olur diye bir şey de yok ama eğitimli insan kültürlü olur. Bu yüzden bana göre tüm toplu taşıma şoförlerine zorunlu sürüş ve üslup dersleri verilmeli, ayrıca eğitim sonrasında da sık sık denetlenmeliler. 

Ya öğrenci olmana rağmen öğrenci ücreti kabul etmeyen minibüs şoförleri var. Öndeki aracı geçmek için tek şeritli yolda milleti sollamaya çalışan, yetmezmiş gibi farları yakıp karşıdaki aracı aynadan kör etmeye uğraşan beyinsiz bir minibüsçü kitlesi var. Aynı kitle yolda insan görünce hayvan gibi kornaya basıp yolcu çekmeye çalışan kitle. Sanırım kornaya basınca insanlar kararını değiştirip Kadıköy'e değil de Pendik'e gideyim diyecek zannediyorlar. Bunlar düzelmeden ülkede huzurlu bir ortam oluşmaz, oluşamaz.

Daha sonra da küçük şehirlerde yaşayan, kahvede okey oynayan erkekleri ve evde oturup sadece çocuk bakıp kocalarına hizmet eden kadınları ekonomiye katmak gerekiyor. Bu söylediğim belki size çok tuhaf ve saçma gelecek ama doğrusu bu. Kadınla erkek eşit diyoruz ama asla kadının belirli yaşa ulaşmış çocuğunu belli saatlerde tek başına bırakıp işe gitmesine olur diyemiyoruz. Hala orta çağdan gelen bir inanışla "Kadın çalışırsa çocuk sevgisiz büyür" diyoruz.

Almanya'nın nüfusu bizden çok da fazla değil. Bizimkisi 80 onlarınkisi 82 Milyon. Ama bizim istihdam edilmiş (yani çalışan) nüfusumuz 29 milyonken onlarınki 45 milyon. Bu demek oluyor ki nüfuslarının yarısı ekonomiye katkıda bulunuyor. Ama bizim ise neredeyse üçte biri çalışıyor.

Çalışmak dediğim illa fabrikada veya bir kurumda olacak demek değil. Evde de bir şeyler üretip para kazanılabilir. Doğu Anadolu'lu kadınlar soğuk hava şartlarından dolayı örgüde kendilerini çok geliştirmiş insanlardır. Çoğusu dışarıdan kıyafet değil de iplik alır ki çocuklarına giysi yapabilsinler. Peki sen gidip onlara imkan versen, ürettikleri kıyafetleri satın alıp hem kendi insanına, hem de dışarıya satsan fena mı olur? Adım gibi eminim ki Rusya ve Almanya'ya çok ihracat yaparsın.

İç Anadolu kadınları ise eğer ki sen bünyende bulunan (devlete ait) toprakları zamanında Osmanlı'nın yaptığı Tımar sistemi gibi belli şartlar dahilinde işlemeleri için verirsen onlar çok güzel işlerler.

Ya zaten bir kere şuan ki tarım sistemi başlı başına saçmalık. Çiftçi üretip kilosunu kaç kuruşa zor satarken pazara gelene kadar fiyat alıp başını gidiyor. Haberlerde bir sürü kez konu olmasına rağmen kimse de rahatını bozup bir el atmıyor.

Size şunu söyleyeyim, biz şuan ne çekiyorsak ilke ve inkılaplarımız olmadığı için çekiyoruz. Politikalarımız yok, sadece olan sistemi devam ettirerek ülke yönetiyoruz. Bana çıkıp siyaset konuşuyorsun diyebilirsiniz ama şunu söyleyeyim, ben eleştiri yapmasını bilerek büyüdüm. Bugün eleştirdiğim parti çok değil bir buçuk sene öncesine kadar desteklediğim bir parti. Ama artık bir takım şeylerin değişmesi gerekiyor. Çözüm bulmak büyük bir maharet değil. Ben üç gram beynimle 19 yaşımda bu çözümleri bulabiliyorsam, hayatları boyunca siyasetle ilgilenen insanların bunları uykusunda bile düşünebilmeleri lazım. Dediğim gibi maharet çözüm bulmakta değil, maharet problemleri görebilmekte. "Ya tek problem Rahip Brunson bilader yoksa ekonomi çok iyi" diyemezsiniz. Bunu derseniz çomar olursunuz. "Ya Rahip Brunson'u verelim de dolar düşsün Amerika'ya el bağlayalım" da diyemezsiniz. Çünkü bu sefer de çomar olursunuz.

En büyük ve en hızlıca değişmesi gereken bir diğer şey ise ayrımcılık

6- Ayrımcılık

Türk insanı, nedenini çözemesem de, ayrımcılığı çok seviyor. Alevi Sünni, Kürt Türk, Doğu Batı, AKP CHP, Sağcı Solcu ve daha niceleri. Ama göremediğimiz bir şey var ki o da hepimizin aynı devletin altında yaşadığı. Aynı para birimini kullanmamız. Aynı askerin bizi koruması. Aynı gelir düzeylerinde para kazanmamız. Doların yükselmesine sevinip oh olsun şunlara diyen insan kadar boş biri yoktur mesela. Diyeceğim o ki kardeş olalım. Sevgi gösteren insan daima kazanır. Umarım bu günler de gelir geçer ve gelecekte torunlarımıza daha güzel bir Türkiye bırakırız. 


Merhaba sevgili agalarım,

Yaklaşık 8 aydır bu bloga girmiyordum ve açıkçası iki gün öncesine kadar bir daha gireceğimi de düşünmüyordum. Bir buçuk senelik emeğim bir anda yok olduğu için hevesim kırılmış ve blog yazılarına son vermiştim. Bunun en büyük sebebi; alan adımı (yani agalarageldik.com ismini) kaybetmem olmuştu. Yeniden satın almayı düşünmüyorum. Bu arada bana tekrar yazı yazma hevesi veren Hande'ye çok teşekkür ederim. Kendisi bu linkteki blogta bakım ürünleri üzerine deneyimlerini yazıyor. İlgilenenlerin kesinlikle bakmasını öneririm.


Şöyle bir soruyu çok sık duyuyorum. "İkram, sen erkeksin bilirsin. Erkek arkadaşıma doğum gününde ne almalıyım?" Ya da " Sevgilime hediye olarak ne alabilirim?" Her sene 24 şubata yaklaştıkça belirli bir tayfa aynı soruyu sorup duruyor. Örgüt gibiler. Aslında alınacak hediyeye; başkasına sormak yerine, onu çok iyi tanıyan birisi olarak sizin karar vermeniz taraftarıyım derdim. Ancak böyle bir yazı yazarak size ufak da olsa birer fikir verebilirim diye düşünüyorum. Böylece hem belki siz sayemde sevgililer gününde sevgilinize özel ve şık bir hediye alabilirsiniz. Hem de artık ben bir daha malum soruyu sorduklarında bu yazının linkini atabilirim.... Yetti gari.

Bu yazı Quora.com isimli yabancı bir forumda İngilizce yazılmıştır. Ben çevirdim çünkü beni çok etkiledi, sizin de seveceğinizi düşündüm. Umarım sonuna kadar okursunuz :)


Gelecek kaygısı hemen hemen herkesin içinde bir miktar vardır. Zamanımızın çoğunu geleceğimiz için hayıflanmakla geçirmesek de aklımızın bir köşesinde hep, bundan 10 yıl sonra olacağımız kişiye daha iyi bir hayat sunma düşüncesi bulunmaktadır. Bu bağlamda gelecek kaygısının oldukça normal bir düşünce olduğunu bilmeniz yararınıza olacaktır. Her ne kadar gelecekte ne olacağı, hayatın önünüze aniden çıkardığı bir takım sapaklara bağlı olsa da gelecekte ne yapacağınızı planlamak size gelecek kaygısından kurtulma konusunda yardımcı olabilir.


"..çoğu insan mutsuz koşullarda yaşıyor ama yine de bu durumu değiştirmek için bir adım atmıyorlar, çünkü güvenli, rahat ve tutucu bir yaşama şartlanmış vaziyetteler.  Bunların hepsi akla yatkın görünebilir ama gerçek şu ki birinin içindeki maceracı ruha güvenli bir gelecekten daha çok zarar veren hiçbir şey yoktur. İnsanın ruhundaki en temel çekirdek maceraya duyduğu tutkudur. Hayatın neşesi, yeni tecrübelerle karşılaşmamızdan gelir ve buna ilaveten sonsuza kadar değişen bir ufuktan, her gün, yeni ve farklı bir güneşe sahip olmaktan daha harika bir neşe yoktur." 

Chris McCandless, Into the Wild.



Hepimiz toplum içinde kişiliğimizi gizliyoruz. Kendi kimliğimizi tam anlamıyla göstermek yerine bulunduğumuz ortamın su misali şeklini alıyoruz. Sebepsizce başkalarının bize kim olduğumuzu ve nasıl davranmamız gerektiğini söylemesine izin veriyoruz. Halbuki hepimiz ayrı bir hazine, ayrı bir melodiyken sürüye uyup toplumun çizdiği yol üzerinden yürüyoruz. Hiç basılmamış çimlere basıp yol açmak varken bir pide kuyruğu gibi aynı yola diziliyoruz.

Hatalı bir sistemdeki küçük çarklardan başka bir şey değiliz. Hiç kimse neyi neden yaptığını bilmeden bir şeyler yapıyor. Örneğin en basitinden neden okula gitmek zorundayız? Okulda öğrenilen bilgilerin yüzde sekseni hayatımızda bir daha asla karşılaşmayacağımız türden bilgiler. Ya da neden her gün işe gitmek zorundayız? Milyonlarca yıl boyunca insanlar kendi yaptıkları ürünlerle ve yardımlaşma ile geçindi. Gelişmemiş (!) uygarlıklar çağında toplumdaki tarım yapan bölge, yapmayan ancak teknik işlerle uğraşan bölgedekilere yardım edip karşılığında ihtiyaçları olan malzemeleri alıyordu. Para diye bir şey yoktu ama paraya bir ihtiyaç da yoktu.

Binlerce yıllık takas sistemi bir kaç yılda aniden yerini para sistemine bıraktı. Bu devirden sonra da zaten zincir apayrı yerlere gitti. Eskiden insanlar anlık alışverişler yaparlardı. Örneğin elinde bir flütü olan insan o flütü iki kilo elmaya takas edebilirdi. Ama takas etmese o flütü saklayıp zenginleşmeye çalışamazdı. Yani demek istediğim o zamanlarda insanlar "Ah şu flütü vermeyeyim, üstüne iki ayakkabı ve beş de çekiç koyar güzel bir at arabası alırım" demezlerdi. O zamanlar biriktirme kültürü yerine benim buna senin de şuna ihtiyacın var kültürü vardı. Ne zaman ki para icat edildi, insanlar gelecek planları kurmaya başladı.

İşte bizim bugünkü pide kuyruğumuzun başı ta paranın icadına dayanıyor diyebiliriz. Paranın gelişi ile insanlar ihtiyaçlarını sınırlandırmaya yöneldi. Cebimde daha çok bulunsun diyerek daha az yedi ve daha az içtiler. Yetmedi paraya bağlanan meslek sistemlerini icat ettiler. Bunun yanı sıra çocuklarını daha iyi mesleklere yöneltmek için okullar kurdular. Böylelikle sırf para üzerine kurulmuş yeni bir dünya düzeni oluşmuş oldu.

Artık insanlık olarak bu yerleşmiş düzene o kadar alıştık ki, günlük hayatta okumayan birisini görünce ayıplıyor, çalışmayan birisini görünce üzülüyoruz. Okumamak ve çalışmamak tabi ki iyi bir şey değil. Bunda diyecek bir şeyim yok. Ancak okumamak veya bir meslekte çalışmamak kötü bir şey de değil. Okul sadece bilgiye giden bir araçtır. Çoğu insanın unuttuğu şey ise okulun bilgiye giden tek araç olmadığıdır. Eğitim veya yönetim sistemi her insana uymayabilir. Herkes bir bilgiyi aynı şekilde öğrenemeyebilir. Bu hiç kimseyi bir diğerinden düşük seviyede insan yapmaz. İnsan için öğrenmek ömür boyu sürecek bir yoldur. Diğer hangi hayvanlar dünyaya bu kadar yayılıp dünyanın kaynaklarını böylesine kullanabilmiş ve hatta uzaydaki diğer milyonlarca gezegeni merak edip araştırmıştır ki?

Ama yok. Bizim için bir insanın doktor veya hakim olması insan olmasından daha önemli. İşte bu yüzden yavaş yavaş şekilleniyoruz. İnsanların olması gerektiği (!) modellere o kadar saplantılıyız ki oldukları kişiliklerini umursayamıyoruz. Farklı insanları asla ama asla kabullenemiyoruz. En basitinden tüm dünyayı gezmek isteyen bir insana maceraperest gözüyle bakılıyor. Çoğu zaman "Vaay bee.." denilip imreniliyor ve insanlara "Keşke ben de yapabilsem böyle bir şey ya" dedirtiyor. Halbuki çok da büyük bir olay değil ki bu. Çok aşırı yüksek paralar da gerektirmiyor. Tek yapman gereken dünyadaki sisteme olan bağından bir an için kopmak. Ne bileyim işine biraz mola vermek, daha az gereksiz masraflar yapmak gibi şeyler.

Okulu olanlar da devamsızlığını yatakta yatmak için kullanmasınlar bir zahmet, 200 lira biriktirin ve farklı şehirden bir arkadaş edinip onunla buluşun. 100 lirası yola gitse 100 lirasını da harcarsınız. Çok büyük bir ücret değil, alışverişe gidince bir mont ve ayakkabıya bunun iki katını verebiliyoruz. Ha öyle gitmiş ha böyle.

Ya da ne bileyim evinizde oturmayın her zaman. En yakınınızdaki kurslara bakın, çok ilginç kurslar göreceksiniz. Örneğin İsmek kursları (sanırım sadece İstanbul içinde var) okçuluktan at binmeye, piyanodan el işine kadar bir sürü kurs veriyor. Hiç olmadı yabancı dil kurslarına başvurun. Kendinizi yarından itibaren geliştirmeye çalışın. Bu dünya bir günü bile boş geçirmeniz için çok kısa. Bir gün aniden sizin için durmayı bırakacak. Hani John Green'in dediği gibi hayat bu şekilde. Bir anda sözün ortasında -belki cümlenizi bitirmeniz bile beklenmeden- hikayeniz bitecek. İşte o gün önemli olan o hikaye bitene kadar sizin bu hikayede ne kadar baş rol olduğunuz, olayları sizin mi yönettiğiniz yoksa toplum nehrinde sürüklenip karaya mı vurduğunuz.

İplerinizi elinize alın ve geleceğiniz için değil bugününüz için yaşayın. Gelecek hiç gelmeye de bilir. Ama bugün tam karşınızda. Onu iyi değerlendirin.



Yeni yıla saatler kalmasıyla beraber böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydum. 2017'nin benim için nasıl bir yıl olduğunu kronolojik sırayla anlatacağım. Başlamadan önce muhakkak şunu söylemek isterim ki: 2017'nin bacısını öpeyim.

Ocak 2017: İlk ayları aşırı depresif zamanıma denk geliyordu. O zamanlar en yakınım dediğim arkadaşlarımın (!) ne yılan, ne şerefsiz olduklarının farkına vardım. İkinci haftasından sonra ilk defa uzun süreli düşündüğüm bir sevgili yaptım ve baya da sevdim şimdi inkar etmeyeceğim.

YGS- LYS dönemim olmasıyla beraber sürekli köpek gibi çalışıyordum. Her pazartesi ve perşembe günleri eve özel hoca geliyordu. Spoiler: Özel hocanın tüm yardımlarına rağmen YGS'de matematikten 11,5 net yapabildim

İlk defa bir arkadaşıma gerçekten dertlerimi açtım. Baya baya açtım hem de ve kız tam istediğim şekilde yanımda oldu. Onu buradan öpüyorum <3

Şubat: Ocak ayından şubat ayına kadar hiç olmadığım kadar mutluydum. Ee ilk aşk ilk heyecan derler hani, biraz onun da etkisi vardı. Ancak olmadı, Şubatın sonlarına doğru biten ilk ilişkiden dolayı bir miktar üzgünce YGS çalıştım. Onun dışında Şubat ayında hiçbir şey olmadı.

Mart: YGS'ye girdim ve beklediğimden çok kötü geçti. Türkçe bölümünde sıradışı ayrı yazılır dedim ve cevap doğruydu. Ama işaretlemedim o soruyu çünkü salağım. Matematikteyse iki açıyı toplayıp sıfır buldum. İki açının toplamı nasıl sıfır olabilir diyerek kendime sinirlenip biyoloji çözdüm. Allah'tan geri kalan derslerim iyiydi de ilk 125k'ya girebildim. YGS ardından hemen LYS çalışmaya başladım. Bir kitaba 65 TL verdim. Hala üzülürüm 65 TL'me.

Ayrıca bu ay bir akıl hastasıyla fark etmeden konuşmaya başlamışım. Kız iyice sevgiliyiz moduna girip ben konuşmayı kesince eski sevgilimi falan bulmuş. Sadece ismini verdim he ne face ne insta hiç bir şeyini söylemedim.

Nisan: Bu ay deli gibi LYS çalışıyordum. Amacım Ege Üniversitesine girmek ve Almanca tercümanlık okumaktı. (Bu arada kazandım ve gitmedim :/ ) O yüzden pek anımsayamıyorum. Tek anımsadığım bu aylarda ailevi problemlerin hat safhaya çıktığıydı. Annem çok kötü bir rahatsızlık geçirdi falan. Bu kadar.

Mayıs: LYS'ye az kalmasıyla beraber bende bir sıkıntıdır başladı. Ben de dedim madem öyle yeni birileriyle tanışayım. Böylece bir kaç yüz bin kişiyle konuştum. Amacım adamakıllı birisini bulmak ve Alaska'nın metoforik labirentinden çıkmaktı. Nitekim başarısız bir deneme oldu, bir kaç kişiyle buluştum bir kaç kişiyle bir şeyler de yaşadım ama hiç kimse içimdeki o boşluğu ve şuan anlatamayacağım karmaşık hissiyatı dolduramadı. Ben de n'apayım sürekli geldim buraya bir şeyler yazdım. Edit: Bu hissiyat birisini unutamamanın verdiği hissiyat değil konu daha çok kendimle ilgili.

Haziran: LYS'ye girdim. Girmeden önce abime şunları söylemiştim. Abi ilk 16 soruda çok hata yapıyorum gerisi genelde full oluyor. Dua et bana da 16 soruyu doğru yapayım. Sonuç olarak 16 sorunun tümünü doğru yapmışım. Geri kalan sorulardansa baya yanlış yapmışım. Özetle eksik dua ettirmeyin agalarım.

LYS sonucumla beraber toplam 441 Puan 5000 sıralamam oldu.

Temmuz: Temmuz ayında İzmir'e gittik. Güya bir hafta kalıp dönecektik ama baya kaldık bir ay kadar. O zamana kadar Almanya'da ve Hollanda'da akrabalarımız olduğunu duymuştum ama hiç tanışamamıştım. Bu temmuz ayında hemen karşımızdaki yazlıkta o akrabalarımız vardı. Üç tane kuzenimle tanıştım ilk defa o gün, birisi Elvan benimle yaşıt, diğeri Mahir benden büyük ve sonuncusu Merve benden baya küçük. Bunlarla o kadar iyi anlaştık ki 2018'in şubat ayında yanlarına gidiyorum. Hem yarım yamalak Almancam da var artık.

Ağustos: İzmirden döndük ve Elif kankamla aramız baya açıldı. Yeni birisiyle konuşmaya başladım. Dış görünüşü çok güzeldi ama tam olarak uyuşamadık. Bir ilişki daha bitti bir ayda. Ben de kendimi derse falan verdim. Marmara Üniversitesi Almanca tercümanlık seçtim. Bir kaç hafta sonra okul açıldı.

Eylül: Çağla ile ilk gün tanıştık ama ikinci günden beri o kadar çok güldük eğlendik ki sınıftakiler bir kaç hafta sonra siz ne zamandır arkadaşsınız falan demeye başladı. Arkadaş değildik cnm burada tanışıverdik. A1 bölümünü geçme sınavına girdik ve A2'den başladık. En yüksek sınıf bizdik ve almanca tercümanlıktan sadece biz vardık bu sınıfta. Bu da bizi doğal olarak Marmaranın bizim dönemimizdeki en iyi mütercim tercümanları yapıyor :P

Ekim: Ekim ayı genel olarak çok boş geçiyordu. Almanya'ya uçak biletimi almıştım ama bunun yanı sıra orada yemem için bana para gerekecekti ve babamdan bu parayı alabileceğimi düşünmüyordum.  Ben de okulun karşısında bir dükkanda işe başladım. Saat birde okulum bitiyor işim başlıyordu. İşim ise saat yedi gibi bitiyordu. Eve gelene kadar saat 8 olduğu için çok yoruluyordum. Lakin bir ay dişimi sıktım

Kasım: Güya bu kasımda Merve'nin yanına Balıkesir'e gidecektim ama haftanın her günü çalıştığım için bu hayal suya düştü. 27 Kasımda patrona işi bırakacağımı söylediğimde iki gün benimle konuşmayıp trip attı. Çıkmama izin vermedi çünkü o ay çok yoğun olacaktık. Başka eleman bulamayacağını söyleyip bir ay daha çalışmaya zorladı :/

Aralık: Artık yorgunluktan ölüyordum. Ev iş okul ev iş derken bir yerden sonra bıktım. Ama hala çalışmaya devam ediyordum. İkinci maaşımı da aldım ve şuan cebimde Türk parası olarak çok güzel bir miktar para var. O parayı Euro'ya çevirmek istemiyorum ya...

Dayanamam basamak düşmesine :((

Ayrıca Aralık'ın 14'ünde yeni birisiyle tanıştım. Evlerimiz çok yakın ve sürekli beraber takılıyoruz. Her hafta iki üç kere falan buluşuyoruz diyeyim. Çok fazla konuşamasak/mesajlaşamasak da şuanlık güzel bir ilişki içindeyim. Ama yarın ne olur bilemem tabi ki

Edit: Bu gece -yani yılbaşı gecesi- de ben, arkadaşları ve o beraberizzzz :p

Öyle işte agalar. Bu da böyle bir yazıydı. Sizin seneniz nasıl geçti deyin hele?