Agalara Geldik

Takip Edin


Merhaba agalarım nassınız iyisiniz inşallah, ben çok iyi ve de meşgulüm baya. E malumunuz tatildeyim falan ;)) şaka bi yana gerçekten kusura bakmayın yazamadım 1 haftadır ikinci bölümü. Özellikle bir takipçim baya ısrar ediyordu yaz artık diye ondan daha çok özür diliyorum. 

Ilk bölümü okumayanlar heymen buraya tıklayıp okusunlar: Wattpad hikayesi: Suçun Napolyonu 

Sonu biraz aceleye geldi, kontrol edemedim ve de duygusal bir bölüm oldu. Duyguları yansıtma konusunda epey zorlandım ama inşallah becerebilmişimdir. Heyecanlı bir bölüm bekleyenler kusura bakmasın ama gelecek bölüm heyecanlı bir şeyler yazıcam söz ❤❤ 

(Şuan saat 2 buçuğa yaklaşıyor cümle bile kuramıyorum uykusuzluktan ;(  ayrıca kapak resmini hazırlayan arkadaşa çok teşekkür ediyorum ❤)

Son olarak unutmadannn bu yazıyı wattpadden okuyup oy ve yorum atarsanız orada hikayenin yükselmesini böylece daha çok kişinin okumasını sağlayabilirsiniz. Şuan hikayem macera kitapları arasında 150. Sırada. Bunu ilk 50'ye çekebiliriz bence agalarım ne diyorsunuz ??


Merhaba agalarım hikaye yazmak gibi bir çılgınlığa resmi olarak ilk adımımı atıyorum. Inşallah bir kaç haftaya tam hikaye heyecanlanmışken sıkılıp bırakmam. Eğer okuyup yazım yanlışı veya daha büyük bir hata bulursanız yorumlarda düzeltmeye çekinmeyin.


***************


"...ve kötü fiilleriyle nam salmış bütün kediler aslında
(mesela mungojerrie, griddlebone mesela)


o kedi'nin sadece ve sadece taşeronu

onların bütün çalışmalarını denetler: suçun napolyon'u!"

-T. S Eliot


BÖLÜM 1: SORGU

Sonunda evin içine girmişti. Öyle görünüyordu ki geçtiğimiz üç ay, eskiden yaşadıkları bu eve hiç yaramamıştı. Bir zamanlar yemek yedikleri masada duran içki şişeleri ve yemek artıkları göze ilk çarpan şeylerden birisiydi. Bunun ardından dağınık koltuk takımı ve loş ışıkta bile rahatça belli olan tozlu sehpalar geliyordu. Üç ay sonra ilk defa girdiği kendi evini böyle bulmak içindeki anne özlemini biraz daha arttırmıştı.

 Dağınık sandalyelerin arasından sessizce geçti. Karanlıkta yolunu bulmakta hiç zorlanmıyordu. Sonuçta 17 senesini bu evde geçirmiş, burada büyümüştü. Onun için asıl zorlayıcı olan kısım bir zamanlar annesiyle oyun oynadığı oturma odasının şuan alkol kokusundan geçilmez olmasıydı.

Oturma odası, ön bahçedeki ışıklandırmayla oldukça rahat seçiliyordu bu yüzden elindeki feneri açma gereksinimi duymamıştı. Kararlı adımlarla ilerlemeye devam etti. Ne olursa olsun bunu yapacaktı. Onun olanı almalıydı.

Oturma odasını diğer odalara bağlayan küçük koridora doğru ilerlerken baş parmağını elindeki fenerin açma anahtarına yerleştirdi. Koridorun sonunda bulunan iki odadan birisi yatak odası diğeri ise çalışma odasıydı. Yatak odasının yarı açık kapısı üvey babasının içeride olduğunu gösteriyordu. Çalışma odası ise annesi öldükten sonra üvey babasının pek uğramadığı bir yerdi. Üvey babası Ed, Denis’i tam olarak sevmese de Denis’in annesi olan Lana’yı çok seviyordu. Lana’nın ölümü ikisini de farklı şekillerde sarsmıştı. Ed artık polisliğe devam edemeyecek kadar alkolik olmuş, Denis ise eve sık uğramaz olmuştu.

Feneri saatine doğru tuttu. Saat tam olarak 3:16’ydı. Yani bu da demek oluyordu ki Brendon’ın harekete geçmesi için daha 12 dakika vardı ve Sarah kendi işini 2 dakika önce halletmiş olmalıydı. Denis sessiz adımlarla ayakkabılığın içindeki elektrik şalterlerine doğru ilerlerken gülümsedi. Yaşıtları bu saatlerde partilere gitmek veya sevgilisiyle buluşmak için evden kaçıyorken o, kendi evini soymak için evine giriyordu.

Ayakkabılığa ulaşınca eğilip sol taraftaki kapağı açtı. Sağ taraftaki kapağın gıcırdadığını bilecek kadar uzun bir süre bu evde yaşamıştı. Bu evde gıcırdayan her kapıyı ve döşemeyi çok iyi biliyordu. Şalterleri yavaşça indirdi. Bu andan sonra site ışıklandırmasıyla aydınlanan ön bahçe dışındaki hiçbir yerde elektrik yoktu. Sessizce ayakkabılığın dolabını kapattı ve koridorun sonuna doğru ilerledi.

 Yatak odasının yarı açık kapısından yatakta yatan Ed’in belli belirsiz silüetine tiksinerek baktı. Ed her polis gibi yatağının başında bulunan silahıyla yatıyordu. Uykusu da ne kadar içerse içsin her zaman hafifti. Gözlerinin karanlığa alışması ile Ed’in eskiden Lana’nın olan yastığa sarılarak uyuduğunu gördü ve bir an için -çok küçük bir an için- Ed’e karşı acıma duygusu besledi. Ama buraya ona acımak için gelmemişti, bu yüzden hemen çalışma odasına yöneldi.

Çalışma odasının kapısı evdeki diğer kapılara göre daha yeniydi. Ed, Lana’nın ölümünden sonra Lana'nın takılarını ve geri kalan küçük servetinin yarısını elinin altında bulunması için kasasında saklıyordu. Denis, onun buradaki parayı daha kolay içki alabilmek için yakınında tuttuğunu düşünüyordu.  Paranın diğer yarısı hâlâ Ed'in banka hesabındaydı.

Takıların fiyatı Lana’nın bıraktığı küçük servetten daha fazla olmasından ve Lana’nın tüm servetinin tek yasal sahibi Denis olduğundan Ed, çalışma odasının kapısını şifre koruması altına almıştı. Denis 18 yaşına gelmeden yasal olarak bu parayı alamıyordu ama yaklaşık iki gün sonra 18 olacaktı ve hak ettiği parayı bir kere olsun eline geçirdi mi Ed’in yapabileceği hiçbir şeyi olmayacaktı.

Çalışma odasının şifresini -45726- hızlıca girdi ve sessiz bir şekilde içeriye adımını attı. Kapıyı kapatıp rahat bir nefes aldı. Saati şuan 3:19’u gösteriyordu. “Çalışma odasındayım” dedi kısık sesle. “Güzel, Sarah sen ne yaptın?” dedi kulağındaki kulaklıktan çocuk. Telsiz kullanmıyor veya üst düzey teknoloji ile haberleşmiyorlardı tabi ki, skype üzerinden sesli grup sohbeti açmışlardı.

“Tekerler söndürüldü.. tamam..” diyerek kıkırdadı Sarah. Denis Sarah’ın bu huyunu çok seviyordu. Ona göre çok zor durumlarda bile mizahi yanını bozmayan insanlar, zifiri karanlık gecelerde parlayan yıldızlar gibiydi. Ancak Denis -şuan içinde bulunduğu duruma bakacak olursak- ne gülebilecek ne de Sarah’ı takdir edebilecek haldeydi. Yan odada ayyaş bir polis varken hırsızlık yapıyorsanız, zifiri karanlık gecenizi aydınlatması için yıldızların ışığından fazlasına ihtiyacınızın olduğu kesindi.

Denis, sırt çantasını çıkartıp dikkatli bir şekilde yere koydu. Ardından elindeki fener ile etrafa hızlı bir göz gezdirdi. Çalışma odası içinde kalın mavi polis dosyaları bulunan üç büyük kütüphane ile büyük bir masadan ibaretti. Yerdeki pembe dosyalara ve yeşil cam parçalarına bakacak olursak Ed, birisine ya da bir şeye sinirlenip öfkesini burada atmıştı. Feneri, beyaz duvarın yanında bulunan ve fenerin loş ışığı yüzünden laciverte çalan siyah kasaya doğru tuttu. Saatine hızlı bir göz attı. 3:21 olmuştu. Brendon 7 dakika sonra işe koyulacak ve 8 dakika sonra da maharetini gösterme sırası kulaklığın ardındaki çocuğa yani Tyler’a kalacaktı. Pencereyi açıp alkol kokusundan uzak, taze ve serin olan havayı akciğerlerine depoladı. Dışarda ölüm sessizliği hakimdi.

Uzandı ve çantasından sprey boyasını çıkardı. Macavity’nin sembolünü yapmadan olay yerini terk etmemesi gerekiyordu. Beyaz duvara doğru uzattığı spreye bastırdı. İçinde bulunduğu sessizlikte çıkan tıslama sesi sağır edici gibiydi. Ed’in uyanmamış olmasını umarak sembolü çizmekten vazgeçip ilk olarak kasayı açması gerektiğine karar verdi.


Kasanın şifresi annesi Lana’nın Ed ile evlenme tarihi yani tam olarak 2 Nisan 2013'tü. Çabucak 2413 yazarak kasayı açtı. Çıkan bip sesi, zaten çok hızlı atan kalbinin bir miktar daha hızlanmasına sebep oldu.

 “Çocuklar Ed uyanabilir kulağınız bende olsun. Eğer plan umduğumuz gibi gitmezse kahramanlık yapmaya kalkışmayacaksınız tamam mı?”

“Plan tıkırında gidecek, dikkatli ol Denis.” Dedi Tyler’ın ince ama kendinden emin sesi.

“Kulaklığı çıkartıyorum ama görüşme hâlâ açık. Şans dileyin” dedi Denis çabucak.

Ardından mikrofon cebinde asılı bir şekilde kasadan uzaklaştı. Elindeki spreyle duvara Macavity yazısı ve iki adet kedi kulağını çizdi.

Her şey tam olarak bundan sonraki beş saniyede oluverdi. Kasaya doğru adımlarken bastığı döşeme oldukça yüksek bir sesle gıcırdadı. Spreyle yaptığı gürültüden sonra Ed uyanmamışsa bile kasaya geri dönüşünde bastığı parkenin gıcırtısı kesinlikle onu uyandırmıştı.

Yatak odasından gelen tıkırtı sesi Denis’i çantasını ve paralarını bırakıp gitmeye zorladı. Fenerini bile almaya zahmet etmeden kapıyı açıp sessizce ama koşar adım kendini koridora attı. Koridorun başına henüz ulaşmıştı ki arkasından gelen tetik sesi ile donakaldı. Ed’in kalın ve bağıran sesi evin her bir köşesini inletmişti

“KIMILDAMA!”

“B-BENİM.." diye korkuyla bağırdı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. "Benim... ateş etme” diyebildi.

Denis’in yaşadığı korku dayanılmazdı. Bacakları sanki onu daha fazla taşıyamayacak gibiydi. Kalbinin son hızla çarpışını boynundaki damarlarda hissedebiliyordu. Elleri kendi bile farkında değilken yanlara doğru kalkmış, boynu sanki kafasını kurşundan korumak istercesine omuzlarının arasına girmişti. Geçen iki saniye içerisinde vurulmadığı için Ed’in onu vurmayacağını anlamış ve omuzlarını gevşetmiş, gözlerini tekrar karanlığa doğru açmıştı.

“Denis!? Burada ne yaptığını sanıyorsun!” dedi öfkeyle.

Yüzünü aydınlık ön girişten Ed’e doğru çevirirken Ed’in çalışma odasına baktığını fark etti. Hafifçe yere inmiş olan silahını tekrar Denis’in göğsüne hedeflemişti. Bu da Ed’in, aylardır aradığı Macavity ekibinin kullandığı sembolün çalışma odasının beyaz duvarında yazılı olduğunu ve tamamen açılmış olan çelik kasayı gördüğünün işaretiydi.

“Benim evimi soymaya nasıl cürret edersin” diye bağırdı.  Sesinin yaptığı titreşim büyük müstakil evde yankı yapıyor ve her yankıda Denis'in akciğerlerini titretiyordu. Bu eve benim evim demesi Denis'in zoruna gitmişti. Çünkü bu ev annesine öz babasından kalmıştı.

Denis kendini tutması gerektiğini biliyordu. Daha önce Ed’i hiç bu kadar sinirli görmemişti. Sinirinde alkollü olmasının da rolü büyüktü. Bu sefer Ed'in yanında öfkesini atabileceği bir çalışma masası olmadığı gerçeği Denis'in zihninde belirdiğinde bir kaç adım geriledi.

“Bu ev senin değil ayyaş herif bu ev annemi-“ sözünü bitiremeden Ed’in savurduğu tokatla yere düşmesi bir oldu. Elini yerdeki Denis’in saçlarına saran Ed çekiştirerek salona ilerledi. Lambayı açmak için düğmeye uzandı. “Demek Macavity ha!” dedi. Sesindeki öfkeye aynı zamanda iğrenme tınısı da katılmıştı.

“Annenin yerine sen ölmeliydin Denis, bunun olması için bütün paramdan vazgeçebilirim. Annen hayatta olsaydı-“
Bu kadarı yetmişti. “Keşke annem hayatta olsaydı da tek yasal varisi olan kızının, ayyaş olan ikinci eşi tarafından dövülüp hakkı olan mirasını alamadığını görseydi.” diye bağırdı acıyla.

Her nasıl olduysa Ed bu sözleri duymamış veya umursamamıştı. Şaşkınlıkla öfkenin beraber olduğu bir ses tonuyla “Elektrikleri mi kestiniz!” diye gürledi. Denis’in gülümsediğini fark edince saçlarını iyice çekerek ön bahçeye doğru sürükleyip bıraktı.

Pijamaları ile önünde çömelmiş olan Ed, direkt olarak Denis’in gözlerinin içine bakıyordu.
 “Şimdi şöyle yapacağız adi velet, ya sen kendi isteğinle bana Macavity hakkındaki her şeyi anlatırsın ya da ben bunu senden zorla öğrenirim.”

Denis elinin arkasını sızlayan dudağına götürünce dudağından eline bol miktarda kan bulaştığını gördü. Aynı zamanda bileğindeki saatin 3:27 olduğunu da..

“Her şeyi mi?” dedi Denis titrek sesiyle.

Yine aynı iğrenme tonuyla “Her şeyi..” diyen Ed’in sesi bir kaç blok ötedeki köpek havlamaları ve araba alarmları ile birlikte gecenin karanlığına yayılmıştı.

Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrılan Denis “5 ay kadar önceydi” diyerek konuşmaya başladı.

************

Bölüm 2'de nelere özen göstermeliyim tavsiyesi olan ve eleştirmek isteyen pehlivanları danışmaya (yani yorumlara) davet ediyorum. Hodri meydan



Merhaba agalarım, tatilden dolayı blogu güncellemeye pek fırsat bulamıyorum. Zaten aklıma hakkında yazacak güzel bir konu da gelmiyor şu sıralar. Ancak bir kaç ileriye dönük planım var. Bu yazıda agalarageldik.com hakkındaki geliştirme planlarımı sizinle paylaşıcam.

Ilk olarak şuan bloga günlük ortalama 150-200 tıklama falan geliyor. Ama bazen israilden bir anda 900 küsür tıklanma falan da gelebiliyor.

(Kesin hacklemeye çalışıyor şerefsizler, yer mi lan anadolu çocuğu. )

O yüzden ilk iş olarak bu ziyaretçi trafiğini arttırmam gerek. Bunun için bloggerlar sık sık yazı yazmayı öneriyorlar. Seneye almanca hazırlık okurken küçük bir notebook alıp bunu sadece yazı yazmak için kullanmayı planlıyorum. Çantamda gezdiririm güzel olur bence.

(Telefondan yazmak çok zor moruk.)

Yani üniversiteye başladığımda bol bol yeni yazı göreceksiniz inş.

Ayrıyeten küçüklüğümden beri hep kitap yazmak istemiştim. Ama kitap yazmanın öyle he diyince olmayacağını düşünenlerdenim. Güzel bir kitap ortaya koymak için bol bol kitap okumak ve küçük hikayeler yazıp antrenman yapmak lazım. Işte tam olarak bu yüzden seneye wattpad kullanıp 40-50 sayfalık küçük hikayeler yazacağım

Kitap yazmak çok güzel bir şey bence ya, hem insanlara inceden inceden düşüncelerini aşılayabiliyorsun hem de sen ölünce çocuklarına, onlar ölünce onların çocuklarına giden güzel bir gelir kaynağı.

Bu ikisinin dışında çok üzülerek söylüyorum ki sanırım blogun temasını değiştirmek mecburiyetinde kalacağım. Bu temayı aşırı derecede çok seviyorum ama (çeşitli sebeplerden dolayı) mobil görünümü masaüstü görünüm gibi yapamazsam eğer temayı değiştirmem gerekecek. Abimin webtasarım okuyan arkadaşları vardır onlara yaptırırım belki.

Sanırım blog hakkındaki kısa süreli planlarım bunlar, eylül ekim aylarından ocak ayına kadar haftada ikişer yazı yazmaya başlayabilirim. Eğer misafir yazarlık gibi bir şeyle ilgileniyorsanız sizin yazılarınızı da ekleyebilirim.

Blog harici olan konulara gelecek olursak bu sene Marmara Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık okumaya başlıyorum. Aganız ingilizce yan dal yapıp üniversite bitince iki diploma ile mezun olacak inşallah. Yani ingilizce ve almanca tercümanlık diplomalarım olacak;))

He yeri gelmişken babamı ispanyolca kursuna da ikna ettim, bu gidişle sene sonunda 4 dil bilen bir insan olup çıkabilirim

Offf keşke öyle bir şey olsa ya her zaman söylerim 4 dil bildiğimi

+ Selam.
- Dört dil biliyorum
+ Naber?
- Dört dil

Evet sanırım bugünkü agasal bu kadar, yaklaşık 15 gün daha izmirdeyiz ve ben bronzlaşmaktan çok ırk değiştirdim. Istanbula gideyim de üç dört gün yüzümü keseliyim rengim açılsın. Ciddi diyorum renkli bir şey giyince romanlara benziyorum.

ağmaan bea

Kendinize cici bakın çok uzattım ama canım sıkılıyordu n'apayım...

Merhaba agalar, geçen hafta cumadan (yani 14 temmuzdan) beridir aganız Izmir'de tatil yapıyor. Seferihisar ilçesinin Sığacık mahallesinde küçük bi yazlığa kurulduk. Sığacık gerçekten çok güzel bi yer ama izmir'in aşırı dışında kalıyor. 

Sığacıktan Izmir'in merkezine gitmek için yaklaşık 1,5 saatlik otobüs yolculuğu yapmanız gerekiyor. Sanırım sığacığın tek kötü yanı bu. Hayır 1,5 saat çok mu fazla derseniz değil ama yolda giderken izleyebileceğiniz manzara falan da bulunmuyor. 

Tek gördügünüz şey Izmir'in dağları ve orada açan çiçekler. Bi de at-inek falan..

(Bu arada telefonumda büyük i harfi olmuyor o yüzden Izmir yazıyorum sonra laf olmasın aga) 


Fotoğrafları sırasıyla ekleyemedim o yüzden sıralama olmadan tek tek açıklayayım. Üstteki fotoğrafı Sığacık'ın meşhur halk plajı Büyük Akkum civarında çektim. 

Suyun rengine bakar mısınız ne kadar berrak yav harika

Ancak şöyle bir şey var ki Büyük Akkum kumsalı biraz pis, dalgalar hiç bi engel olmadan oraya sürüklüyor yosunu kumu ve kahverengi odunumsu bir şeyleri (ne olduklarını bile bilmiyorum Allah affetsin)

Büyük Akkum'un hemen 200 metre yukarısında ise Küçük Akkum ve Mukka Beach var. Ikisi de çok temiz ve dalgalardan uzaktalar

Ama ikisi de paralı :(

Gitmiyom o yüzden...



Burası da Sığacık'ın tepeden çekilmiş bir görüntüsü. Fotoğrafın tam ortasındaki turuncu binaları görüyorsunuz ya hani, onun hemen deniz kıyısında belli olmayan küçük bi kale var, Sığacık kalesi orası da. Şimdilerde içerisinde bir sürü minik evler var ve çok güzel bi yer.

(Aşagıda bi yerlerde kale içini çektiğim fotoğraflar var)



Burası bu blogun diğer yazarlarından olan iki senelik arkadaşım Elif'le buluşunca gittiğimiz Izmir Fuarı. Fuar ilçenin adı mı yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama çok da önemli değil :D

 yalnız fotoğraf efsane değil mi yav

 ben çektim ;)


Burada da Elifle izban bekliyorduk.

 Hehhh yeri gelmişken Izmir'de izban ve metrolara binmek için önüne gelen metro kapısındaki düğmeye basman gerekiyormuş. Görünce şok oldum bizde yok öyle bir şey 

Istanbulluları ağlatan teknoloji
 (düğmeli metro)



Büyük Akkum plajı burası işte, şezlonglar 5 tl ve arkadaki Salasch cafe'nin wifi şifresi: neyapıcankii

Wifi şifresini soruyoruz neyapıcankii diyor :(

 internete girecem kii

( edit: şuan cidden kendi esprime güldüm keşke bunu adama deseydim yav puff)



Izmir fuarının kuğulu parkı


Sığacık Kalesinin içindeki evlerden bi tanesi



Bu da Izmir'i gezerken gördüğüm fayton, hep faytona binmek istemişimdir ama kısmet değilmiş..



Burası da sığacık kalesinin içerisi. Alttaki iki diğer fotoğrafı da aynı şekilde kale içinde çektim.

Şu fotoğrafı çok seviyorum ya yakında instagramıma falan atarım (Bu arada reklamlar instagram: brotheusx)

"Dallarımı koparma, beni yerimden ayırma"


Burdan geçmişim belli 




Bir de bu fotoğrafı çok seviyorum. Sanırım kafenin ismi olan La'dude Art Türkçe'de sanat depoları anlamına geliyor. Ama emin değilim.


Izmir Kordon'da çektim sanırım ama yine emin değilim. Isimler çok yabancı yav Bornova olsun Buca olsun Kordon olsun ne gerek var böyle şeylere. 


Burası da Fuarın girişindeki yürüme yolu. 


Son olarak yorumumu soracak olursanız izmir çok güzel bir şehir ama sadece tatil ve gezme amaçlı bir güzelliği var. Onun dışında hem ulaşımı kötü hem de pahalı bir şehir. Istanbulda 1 lira vererek minibüsle kilometrelerce yol gidebilecekken izmirde 2 lira veriyorsun. Izmir Kart tarifeleri de aynı şekilde daha pahalı. Ayrıca metro gelis saatleri arasında sanırım 10 dakika kadar bir süre var. Istanbulda ise 4-5 dakikada bir geliyor metrolar

Ama istanbuldan daha geniş ve ferah bir yer olduğunu inkar edemem. Daha yeşillik ve renkli bir şehir, yüksek gökdelenleri ve kalabalik caddeleri pek yok. Hele ki Sığacık harika bi yer. 

Herkese tavsiye ederim gelip gezin tozun, denize falan girin. 

Bir yazının daha sonuna geldik. Blogumu beğendiyseniz sağ alttaki çan şeklinden abone olabilir böylece yeni yazı geldiğinde mobil veya masaüstü bildirimi alabilirsiniz. 

Kendinize cici bakın


Önceki yazımda galaksimizin içinde milyarlarca yıldız olduğundan ve bu yıldızların içinde de milyonlarca dünya benzeri iklim koşullarına sahip olan gezegen bulunduğundan bahsetmiştim. ((Okumayanlar buraya tıklasın)

Bu milyonlarca gezegenlerden bir kaç yüzünde bile eğer hayat varsa neden hala hiçbir yaşam formuna rastlamadık? İşte bunun adı Fermi Paradoksu. Ve tam olarak bir açıklaması yok. Ancak bilim adamlarının bir kaç tane teorisi var.

Bizi ilgilendiren teori: Büyük Filtre

Rus Astronom Nikolai Kardashev'e göre uzayda eğer gelişmiş uygarlıklar var ise bunlar gelişmişliklerine bağlı olarak üçe ayrılıyor olmalıdırlar. 

Tip 1: Kendi gezegenine tam anlamıyla hüküm süren medeniyetler
Tip 2: Bir yıldızın tüm enerjisini kullanabilecekleri düzeyde olan medeniyetler
Tip 3: Galakside başka gezegenlere yayılmış olan süper-güçlü medeniyetler

Henüz doğruluğu ispatlanmamış bu düşünceye göre insanoğlu henüz Tip 1 gezegen bile değil. Hala daha denizler altındaki değerli madenleri çıkartamıyoruz, kutuplara ve çöllere yerleşmiyoruz. Hatta bazı adalarımızda medeniyet görmemiş ilkel kabileler yaşadığı için bu adalara ayak basamıyoruz.



Ama insanoğlu dünyada sadece bir kaç bin yıldır organize çalışan oldukça yeni bir medeniyet. İnsan ırkı daha doğmadan önce ortaya çıkmış olan dünya dışı canlılar varsa eğer, bunlar şimdiye kadar üstte bahsi geçen Tip 1-2-3 gezegenlerden birisi olmuş olmalıydı. İşte, bu kadar gelişmiş olan medeniyetlerden herhangi birinin bile yolladığımız sinyalleri duymaması ya da cevap vermemesi bilim adamlarını Büyük Filtre teorisini ortaya atmaya mecbur bıraktı.

Büyük filtre teorisine göre medeniyetler büyüdükçe önlerine çeşitli engeller çıkıyor. Bu engeller ne bilmiyoruz veya ne zaman olacak bilmiyoruz. Ama bir kaç bilim adamı tarafından çeşitli fikirler öne sürülüyor

 

Bizim engellerimiz neler olabilir?

1- Çeşitli Dünya Savaşları 

İnsanlığın ilk doğuş hikayelerinde her zaman Adem'in oğullarından birinin diğerini öldürdüğünden bahsedilir. İnsanlığın 50 Bin yıldır dünyada olduğu yapılan araştırmalar sonucunda ortaya konulan bilimsel bir kanıt. Yani şöyle bir düşünelim 50 bin yıl önce dünyada çok çok az sayıda insan varken biz birbimizi öldürüyorduk. Dini açıdan bakmadan konuşursak teknolojik aletlerimiz yoktu, tarım yapmıyor ve hayvan evcilleştirmeyi bilmiyorduk. Aradan 50 bin yıl geçti ama değişen şey pek fazla değildi. Edindiğimiz teknoloji yükseldi ama bu bize bilgelik katmadı. Aksine birbirimizi daha iyi öldürmenin yollarını bulmamızı sağladı.

Eğer üçüncü dünya savaşı çıkarsa bi kaç milyon kişinin öleceğini öngörmek çok da zor değil. 

2- Salgın Hastalıklar

Bu çok ihtimal vermediğim bir durum. Biliminsanlarına göre insanlar sürekli en ufak bir hastalıga bile ilaç kullanmaya başladığı için hastalıklara karşı doğal direncini kaybetmeye başladı. Bu da demek oluyor ki gelecekte aniden çıkan bir virüs insanlığa ciddi bir zarar verebilir.

3- Aşırı Nüfus Artışı ve Kaynak Azalışı

Kabul edelim genel olarak hazıra konmayı seven bir canlıyız. Çoğunlukla bugünü düşünür yarını unuturuz. Örneğin bugün elimizdeki ormanları çok görüp keseriz ama yarın bitecekler diye orman ekimlerine gereken önemi vermeyiz. Veya köyden şehre göçler eder üretmek yerine yemeyi seçeriz. Hatta bununla da yetinmeyip köylü diyip insanları ezeriz. Halbuki evimizdeki tüm yiyecekler bir kaç köyden toplanılan ürünlerden ibaret.

Peki ya köylü olmamanın bu kadar moda olduğu bir yüzyıl daha yaşar ve çoğalırsak sofraya koyacak yemeğimiz olur mu?

4- Kirlilik

Toprak, oluşması en uzun zaman alan kaynağımızdır. Halbuki aramızda toprağın oluşan bi kaynak olduğunu bile bilmeyenler vardır. Bize göre toprak hep oradaydı sonuçta.

Ana kayanın fiziksel ve kimyasal çözünmelerden geçmesi ardından kısa bir süre (yüzlerce yıl) geçmesiyle toprak oluşuyor. Ancak toprak oluşumu bu kadar uzun sürerken biz ormana attığımız poşetler çöpler sigara izmaritleri gibi tonlarca çöple topraklarımızı kirletiyor ve üzerinde bitki yetişmeyecek hale getiriyoruz. Kendi ellerimizde toprağı öldürüyoruz yani.

Senin 5 dakikanı bile almayacak çöp toplama faaliyetin yüzlerce yılda oluşmuş olan bi toprağın canlı kalmasında etkili olabilir yani. Çevre bilinci lütfen


5- Meteorlar

Bu ise insanlığın ve olası diğer canlıların ortak filtrelerinden, dinozorlar gibi yok olabiliriz. Üzerimize gelen yeterince büyük bi meteor insanlıgı ve dünya üzerindeki hayvanların yüzde 90'ını yok edebilir. Hatta hiç orman da kalmayabilir. Ama üzülmeyin bir kaç bin yıl sonra tekrar ormanlar ve bitki örtüleri oluşacaktır. Çoğu böcek tekrar ortaya çıkacak ve balıklar hiçbir şey olmamış gibi yasayacaktır. Ve eğer evrim gerçekse yine bi kaç yüz bin yıl sonra akıllı canlı yaşamı dünyayı tekrar saracaktır.

Evrim yoksa merhaba azrail

6- İklim değişimi

Bunu daha açıklamaya gerek yok herhalde. Şuanki iklim değişimi bile su seviyelerini değiştirdi, ileride daha da ısınan dünya ve eriyen buzlar sayesinde çoğu deniz kenti sular altında kalacak. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Hollandanın tamamı tehlike altındaydı. Türkiyenin bi yarım ada olduğunu da unutmayalım. Bir sürü denize kıyısı olan şehrimiz var.

Aman ha büyük istanbul depremini beklerken sular altında kalmayalım sonra

7- Bilinmeyen bir sebep

Bu son filtre ise biliminsanlarının ve bilimkurgu severlerin ek olarak sunduğu bir filtre. Bu filtreye göre gezegensel ve toplumsal filtrelerden ayrı olarak uzayda gelişmekte olan diğer gezegenlerin bizi yok edebileceği öne sürülüyor.

Bunu şöyle örneklendirmisler: ağaçlar sincapların evi, ancak biz ağaçları keserken sincapların nerede yaşayacağını umursamıyoruz öyle değil mi?

Bilim insanları uzaydaki çok gelişmiş bir topluluk da kaynak ihtiyacını karşılamak için dünyaya gelirse onların umrunda olmayacağımızı düşünüyorlar. Belki ilk geldiklerinde sincapların ne kadar tatlı ve narin yaratıklar olduklarını düşünebilirler tabi ama bu onları durdurmayacaktır.



Son olarak bu yazıyı yazarken nesnel olmaya çalıştım. Uzaylılara inanıyor muyum? Eh belki biraz ama tip 3 gibi bi topluluğun olduğunu zannetmiyorum. Ya da tip 2. Ama uzayda hayvansal faaliyetleri olan çeşitli organizmalar olduğuna inanıyorum. Ya da bitki gibi kendi halinde takılan canlılar.  

Her neyse bu benim düşüncemdi sizin düşüncelerinizi duymayı da isterim.

Eğer blogumu beğendiyseniz sağ alttaki çan şekline tıklayarak abone olabilir ve yeni yazılar hakkında bildirim alabilirsinizzz

Kendinize cici bakın <3


Dünyadaki yaşamı seviyor musunuz? Peki size bir yerden sonra insanoğlunu bir şeyin öldüreceğini söylesem? Evet, bilim insanları bir olay yüzünden türümüzün tamamen yok olacağını düşünüyorlar. Nasıl olacak bilinmiyor. Ne zaman olacak bilinmiyor. Neden olacak bilinmiyor. En kötü ve korkutucu kısmı ise kesinlikle olacak mı yoksa olmayacak mı o da bilinmiyor.

Bugünkü yazımda iki bölümlük bir teoriyi anlatmak istiyorum.



Merhaba arkadaşlar, yaz gelmesiyle beraber blogu pek güncelleyemedim. Öncelikle hepinizden çok çok özür dilemiyorum çünkü kimse "Öldün mü kaldın mı neredesin?" diye sormadı bile. Bu muydu aga'ya vefa yani yazıklar olsun. Aklıma yazacak konu gelmediği için Agasal yazıp şu sıralar hayat akışımı anlatayım dedim.

En son Agasal'ımı LYS öncesinde yazmıştım (44 gün olmuş peheyt) o yüzden ilk olarak sınavdan bahsedeyim. LYS'ye girmeden önce epey bir rahattım, sınava da kendimi yeterince geliştirdiğime inanarak girdim. Kaldı ki bu dönemin başında 80 Soruda 48 Doğru yapan biri olan Aganız dönem bitimde 80 soruda 77 Doğru yapmaya başlamıştı. Ama sınavda ne oldu ne bittiyse çok aşırı heyecanlandım. Daha sonuçlar açıklanmadı diye moralimi bozmuyorum ama inşallah bu heyecandan dolayı çok salakça yanlışlar yapmamışımdır. (2 gün sonra açıklanacak hadi bakalım)

Sınav sonrası sorulara baktığımda sanırım 68 net gibi bir sonuç çıkıyor ve bu Ege Üniversitesine yeterli. (440 puan gibi)

 Ama Ege Üniversitesine gitmeli miyim ondan da pek emin değilim, çünkü kalacağım yazlık kampüsten 2 saatlik bi uzaklıkta. Öğrendiğim bilgilere göre Ege'de dersler her sabah 8 de başlıyormuş. Yani her sabah saat 5 gibi uyanıp 6'da yola koyulmam gerekecek. Bu da dört sene boyunca çekilecek çile mi diye düşünmüyor değilim. Öte yandan İstanbul'da kalsam güzel bi üniversiteye gitmek için yine 2 saate yakın bi yol almak zorunda kalıcam, yani pek bir şey değişmiyor gibi.

Kafa kurcalayan binbir şeyden bir tanesi bu mesela. Eğer devlet yurdunda kalırsam 200 lira kadar vermem gerekecek her ay. Çok yüksek değil ama ailemden para alamayacağımı düşünüyorum o yüzden yüksek :d

KYK bursuna başvururum, (450 Tl gibi geri ödemeli bursları var) belki ek olarak başka yerden de burs bulurum ama emin değilim sanki gereksiz yere kendimi zorlayacakmış gibi hissediyorum. Sonuçta aynı bursları evdeyken de alabilirim. Her neyse yavv

Üniversite kısmını geçersek başka ne gibi şeyler oluyor hayatımda biliyor musunuz? Hiçbir şey. Temmuza geldik ama ben daha denize bile girmedim. Orada her gün penceremden gördüğüm bi deniz var ama dokunamıyorum, giremiyorum.. Nasıl koyuyor anlayabiliyor musunuz?

Bu hafta içerisinde acilen bi yirmağa falan düşmem lazım, artık atar damarlarımdan fokur fokur ses gelmeye başladı.

Bu yazıyı yazmamın tek sebebi uzun zamandır yazı yazmıyor olmam. O yüzden ufak bi güncelleme yapıp kapatıyorum. Son olarak söylemem gerekiyor; benim için bu ay, aylardan "Dün yediğim hurmalar yarın götünü tırmalar" ayı. İki üç ay önce ettiğim haltlar şuan bi yerlerden çıkıp hello motherfucker demeye başladı. Sonumuz hayrolsun arkadaşlar sonra görüşürüz.